Değerli okur,
Şalom gazetesi başyazarı Yakup Barokas’ın Eşit Vatandaşlık Vurgusu başlıklı yazısı ‘teknik’ bir hata yüzünden içinde isimler zikredilmeden yayınlanmıştı. Aynı yazı 30 Mayıs 2012 tarihinde eksiklikler tamamlanarak tekrar yayınlandı. Düzeltmeleri zikreden kısa bir özürle yetinilmeyip yazının tekrar yayınlanması sık görülen bir şey değil. Nitekim konunun yazının başlığını aşan bir menzili var ve dini azınlıkların Türkiye’deki temsil sorunsalı ile yakından ilgili.
Barokas yazısında iki alıntı yapmış:
1) Türk Musevi Cemaati eski Başkanı Silvyo Ovadya’dan, “Hoşgörü değil, eşit vatandaşlık istiyoruz!” şeklinde özetlediği bir talep.
2) Strasbourg ve Yeditepe Üniversiteleri Öğretim Üyesi Prof. Samim Akgönül’den, “Başka hukuki ve toplumsal bağlamlarda azınlıklarım eşit vatandaş olmalarını sağlayan azınlık kavramı son derece kirlenmiş olduğu Türkiye’de bu görevini yerine getirememektedir,” yani, “Azınlık olmak azınlıklara zarar vermektedir,” önermesi.
Ovadya’nın talebine katılmamak mümkün değil. Evet, eşit olmak istiyoruz! Ne eksik ne de fazla.
Uygulamada bu henüz böyle değil ama Avrupa Birliğine girersek inşallah olacak.
Barokas yazısında “Azınlıklara pozitif nitelikte kolektif hakların tanınması sadece eşit vatandaşlık yönünde talebi olan ve azınlık psikolojisinden kurtulmaya çalışan bireyi tersine, olumsuz yönde etkileyecektir. Çünkü kolektif hak bireyi azınlığın içine gömer, toplumun bütününden soyutlar” diyor ve azınlıkların grup haklarının olmaması gerektiğine vurgu yapıyor. Bu görüşün, Prof. Akgönül’ün makalesindeki görüşle örtüştüğünü müşahede ediyoruz.
Konuya biraz farklı bakmayı denersek “Azınlıkların temsil konusunun din ile sınırlandırılması yeterli midir?” sorusunu sorabiliriz. Zira Türkiye’de yaşayan dini azınlıklar çoğunluk(lar)dan sadece dinleriyle değil, kültürel miraslarıyla da farklılıklar arz ediyorlar ve bu farklılıklarını yaşamaya devam edebilmek istiyorlar.
Sorulması ve cevaplanması gereken sorular bence şunlar:
Azınlıkların geniş Türkiye toplumuyla olan farklılıklarını muhafaza talepleri sadece ibadet ve gömü ile mi sınırlandırılmalıdır? Diğer bir deyişle azınlık toplumları sadece patrikler ve hahambaşı tarafından temsil edilebilecek dinsel birer grup mudur? Yahudiler bağlamında sadece gündelik ibadet amacıyla sinagog müdavimi olan nüfus oranı göz önüne alındığında, Türkiye Yahudi toplumunun yüzde 90’ının laik olduğunu ve dinsel temsilin yeterli olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
O zaman, azınlıkların kültürel farklılıklarının bir temsil gücü olabilmeli mi, olamamalı mı? Olabilirse bunun çerçevesi nasıl çizilmeli?
Laik bir temsil gücü olabilirse bu ‘kolektif’ bir statü çerçevesinde olabilmeli mi, olamamalı mı?
‘Kolektif statü’ yani tüzel kişilik azınlıklara bireyin ötesinde grup hakları tanır mı, tanımaz mı? Ne cins haklar tanır veya tanıyabilir?
Lozan’da azınlıklara tanınan hakların ötesinde ne istenir? Neden istenir?
Neden istendiği konusunda aşağıdaki sav ileri sürülebilir:
Yahudiler bağlamında, (aynı taleplerin diğer gayrimüslim topluluklar için de geçerli olduğunu var saymak mümkün) laik bireyler olarak topluluğumuzu dinsel bir grubun ötesinde güçlü kültürel bağları olan bir topluluk olarak görüyor ve laik yaşama ilişkin özel konumumuz için temsil gücü talep ediyoruz. Yani farklı kültürel mirasımızı muhafaza ve idame ettirmeye yarayacak bir temsil istiyoruz.
Pekiyi bu ne kadar gerekli? Zira kültür derneklerimiz ve dinsel eğitime endeksli olmayan laik okullarımız var. Üstelik bu hakkımız da devletimizin güvencesinde... Yürürlükteki kanunlara göre dernek kurma hakkımız var. Kurulabilecek bir derneğin bütün Türkiye Yahudi kolektifini temsil ve ilzam etmesini istemek AB standartlarında bir hak mıdır, değil midir? Diğer bir deyişle, bir dernek statüsünün fevkinde, anayasal bir statü gerekli midir? Hukukçularımızın bu soruya net bir cevapları mevcut mu acaba?
Sorulması gereken diğer kritik bir soru ise böyle bir temsil merciinin bütün TC Yahudilerini ilzam edebilmesi açısından arzulanır bir şey olup olmadığıdır. Hak aramak konusunda temsil iyi de, ilzam konusu oldukça sorunlu görünüyor: Laik TC vatandaşı bir Yahudi’nin mutabık olmadığı bir konuda özgür iradesinin bir grubun sözcüleri tarafından ipotek altına alınmasını kabullenmesi veya bunun ona dayatılması düşünülemez.
Bu cins bir tüzel kişiliği (Türkiye Yahudi toplumunu temsil edecek la-dînî bir örgütlenmeyi) bir hak olarak görüyorsak yapılması gereken bu ‘kolektif grup hakları’nın nerede başlayıp nerede bitmesi gerektiğinin tarifi oluyor. Devletten yapılacak bu doğrultuda bir temsil talebinin benzer oluşumların AB ve ABD’de nasıl örgütlendiği, yetki ve sorumluluklarının neler olduğu irdelenip gerekçelendirilerek yapılmasında sonsuz fayda var.