Yazımın başlığında imlâ hatası yok, sevgili okurlar. Bir zamanlar eve yardıma gelen hanımın dilini kullanmak hoşuma gidiyor. Hırsız yerine hırhız, toprak yerine torpah, eski yerine eksi. “Bu halı eksimiş” örneğin. Ya da “babası Ayşe’yi okula salmadı bugün”.
Hırsız konusu, garip bir ikilemdir. Bazı işleri yapanlar, ne yazık ki, hırsızlıkla suçlanmada olağan şüpheliler listesine kafadan girer. Evde veya işyerinde bir şey mi eksildi, töhmet altında bırakılacaklar bellidir. Ne çok günaha gireriz bu yüzden! Kendimi bu konuda terbiye etmek, inanın yıllarımı aldı ama sonunda başardım... Sanırım.
İkilemin bir yönünü anladık da, diğeri nedir diye soracak olursanız... Diğeri, yok olan eşya ya da paradan ötürü, doğrudan kayba uğrayan kişinin suçlanmasıdır. “Niye ortada bıraktın? Neden doğru dürüst saklamadın? Kilitli bir dolabın yok muydu?” Şeytanı dürtmemek gerekir, öyle değil mi? Bahane hazır nasılsa.
Son iki Dar Açı yazımda okulum NDS’de başıma gelen bazı olayları kaleme almıştım. Şimdi bir de hırhızlık vakası anlatayım. On ve on birinci sınıflarda Kızılay Kolu’nun sekreterliğini gönüllü olarak üstlenmiştim. Öğrencilerden her ay alınması gereken ‘bir lira’ları topluyor, toplantı notlarını tutuyor ve öğretmene imzalatıyordum.
Para toplamak sıkıntılı iştir, bilirsiniz. Bazıları para konularında en hafif tabirle ‘basitleşir’ ve nasılsa ödenecek parayı, ceplerinde bir gün daha tutmayı kendilerine kâr sayar. Borç istermiş gibi her gün ayaklarına gitmeniz ve dil dökmeniz gerekir. Durum lisede de farklı değildi. Kızılay paraları, önceden haber verildiği halde bir günde toplanıp öğretmene teslim edilemiyordu. Sınıftaki sıralar, kapağı önden yukarı doğru kaldırılarak açılan ahşap kürsücükler şeklindeydi. Ben gayet masumane, birer ikişer topladığım paraları o kapağın altında biriktiriyordum. Bir sabah kapağı kaldırdım ki... liracıkların çoğu gitmiş, geride kalan bir iki tanesi muzip muzip bana bakıyor. Diyorum size, rahibe mektebi değil, suç oranı yüksek bir mahallenin okuluydu sanki orası. Başımdan aşağı kaynar sular, sırtımdansa soğuk terler döküldü. Aynı anda nasıl oluyorsa bu ikisi... Kayıp para 25 TL civarındaydı ve ben babamdan günde bir lira alıyorum; her gün dört kez Şişli-Taksim arasında yolculuk etmek zorundaydım çünkü öğlenleri yemek için eve gidiyordum. Otobüste pasolu bilet yirmi kuruş, dolmuş elli kuruştu. Sabahları çoğu zaman yürürdüm; yapacak çok dersim yoksa, akşamları da. Dolayısıyla bir lira bana yetiyordu. Ayrıca israfa ne hacet, otobüse bin, günde yirmi kuruş da tasarruf et di mi?
Uzun lâfın kısası, paranın çalındığını bildirmek için hemen sınıf öğretmeni olan rahibeye gittim. Olanları tahmin ediyorsunuzdur. “Para neden dolabındaydı?” Ne yapaydım peki? Her gün eve mi götürüp getireydim? Yanında en çok iki lira taşıyan ben, on misli parayı otobüslerde tehlikeye mi ataydım? Tabii suçlamaların arasında parayı ortalıkla bırakmak gibi sözler de geçti. Yahu, hemen hepsi temiz aile çocuğuvarsayılan öğrencilerden yolunu şaşırmış biri veya okulun çalıştırdığı (dolayısıyla sorumlu olduğu) temizlik görevlilerinden yine yolunu şaşırmış biri, masaların kapaklarını teker teker açıp içinde ne var diye bakıyorsa ve bakmakla yetinmeyip “yaşasın burada bir servet yatıyormuş!” deyip cebini dolduruyorsa... Hırhıza kilit mi dayanır sayın rahibe?... diyemedim tabii. Eveledim, geveledim, çok içerlediğim için sanırım biraz zırladım da. Sonra sorunu babama açtım, parayı ödedi. Benden başka kimsenin içi cız etmedi, bunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Ders aldım mı peki? Hayır. İnsanların dürüst olduğuna inanmak isterim ve onları öyle sayarım.
Yapılması gereken neydi peki? Valla orasını bilemem. Ders vermişliğim var ama okul öğretmenliği eğitimi almadım. Mantıklı olan, sadece benim değil, herkesin canının azıcık (yani bir lira kadar) yanmasıydı.
Bir de otel konusu var tabii. Hasbelkader oldukça sık seyahat eden ve seyahat sebebi çoğu zaman eşimin görevi olduğundan, günün büyük kısmını yabancı bir şehrin sokaklarında ve otel odasında yalnız geçiren, bazı dönemlerde evinden çok otelde kalan bir kadın olarak, kendime geçmiş bir devrin ünlüsü gibi “otel ayısı” diyebilirim J. İki yıldız veya beş yıldız fark etmez benim için. Yatağımı, yastığımı yadırgama lüksüm olamaz. Bazen kendimi oyalamak için otelin bütün broşürlerini okumaya koyulurum. Hepsinin ortak yönü “değerli eşyalarınızı ortada bırakmayın, resepsiyona teslim edin” ya da “resepsiyona teslim edilmeyen değerli eşyalardan otel yönetimi sorumlu değildir” türünden bir uyarı içermesidir. Gerçi artık çoğu otel odasında, konuğun hizmetine sunulmuş bir kasa bulunuyor. Dolayısıyla bu uyarı “kasada muhafaza edilmeyen...” şeklinde değişti. Aklıma gelmişken, konuk yerine yolcu ve hatta müşteri yazan broşür bile gördüm!
Sizin değerli dediğiniz eşya, pasaport, para veya mücevher, öyle değil mi sayın otel yöneticisi? Halbuki yolculuk sırasında bir saç tokası veya göz kalemi bile benim için değerli. Onu da mı kasaya saklayayım? Uyarınızın ne anlama geldiğini bir düşünün bir zahmet: “Ben, dürüstlüğünden emin olmadığım elemanlar çalıştırıyorum, her an şeytana uyup çekmecelerinizi karıştırıp paranızı filan alabilirler. Ben onların sorumluluğunu alamam ve temizlik yaptıkları sırada açık bıraktıkları kapıdan odaya girebileceklerin hesabını tutamam.” Bilir misiniz ki, kasanın şifresinin yanı sıra bir de anahtarı var. Bir önceki konuk, odadaki kasayı kilitli unuttuğu takdirde otelin görevli bir elemanı anahtarla gelip, şifresi ne olursa olsun, kasayı açabiliyor.
Demem o ki, sevgili okurlar... Hırhıza kilit mi dayanır? Bu yüzden yatak odamda, Kral David’in 4 sayılı mezmurunun 9. dizesini özenle nakşettiğim bir tablo var: “Yatıyorum ve huzur içinde uyuyorum çünkü Bir Tek Sen, Tanrım, evimde güvenliği sağlarsın.”