Nurhan Damcıoğlu adını, saçında hafif kırlaşma veya dip boyası yaptıran herkes bilecektir. Kantonun sultanı… Fıkır fıkır, şıkır şıkır. Kantolardan birisi de vakti zamanında dillerden düşmeyen “Yangın var” kantosu idi Hani, “Yangın-ı var , yangın-ı var ben yanıyorum … Yetişin a dostlar tutuşuyorum…” Şarkının içinde bir yerde sorarlardı; “Bekçi babaaaa, yangın nerdeeee?” , o da cevaplardı, “Yangın Nurhan Damcıoğlu’nun kalbindeeee… “ diye. Şimdi anlatacağım yangın bir aşk acısı kadar değilse de, derinden acı veren, söndürmesi zor olan bir yangın. Okuyalım bakalım:
Biberden bahsediyorum, acı biberden. Şimdi diyeceksiniz ki, “Amaaaan bu muydu yani yangın meselesi!” Az sabır buyurunuz efendim, okuyunuz… Gelelim bizim kırmızı bibere… Bahsettiğim öyle böyle acı değil. Kulaklarınızdan alev çıkaran cinsten. Her türlü nanenin satıldığı ba-haustaydım. Eşlerin en iyisi, sevgili zevcem gerçek acıyı sever. Ne biliim hangi ülkeden gelmiş, minicik kırmızı biberlere annelik yapan bir saksı dikkatimi çektiğinden, yanına gittim. Malumunuz başımıza ne gelirse, meraktan gelir. Yılbaşı süsü gibi kıpkırmızı biberler “dokun bana, dokun bana” diye seslendiler mi? Yoksa ben mi merakıma yenik düştüm de o biberleri aklımca çaktırmadan mıncıkladım, hatırlamıyorum. Ancak net olarak hatırladığım, mıncıkladıktan sonra, tadı hakkında bir fikir elde edinmek için elimi ağzıma götürdüğüm ve daha sonrasında dudaklarımın iri, kalın dudaklı zencilere taş çıkaran, aşırı silikonlu bir hal aldığı. Arkadaş bu kadar mı olur yahu? Hani çizgi film dünyasında olsa, kesin ağzımdan ateş fışkırırdı. E peki ben bu biberi sebeb-i hayatıma almaz mıyım şimdi?
Saksıyı aldım, büyük bir gurur ve mutluluk ile arabanın en nadide köşesine koydum, eve dönüyorum. Belki bilmeyenler var diye hatırlatayım, geç intikal genelde ücretsiz dağıtılan bir nimet. Ev yolunda kaşınan gözümü sağ işaret parmağımın dış kısmı ile bastıra bastıra, ama pek bir tatlı tatlı ovuştururken, intikal etti o parmağım ile biberi mıncıkladığım. Saatler sürdü acı acı yanması. Defalarca yıkamama rağmen, İddi Amin (bakınız enternet) dudaklı, patlak gözlü bir görüntü sergiledim, saatler boyu… Hayır, bu da değil yangınla ilintili olan bölüm. Çocuklarımın annesinin bu ateş parçasını yerken bir taraftan “çok acı, çok acı” derken bir taraftan yemeye devam etmesi de değil…
Bizim sputnik çok çalışkandır. Karga hacet gidermeden kalkar, gün boyu hızlı ve sürekli çalışır. Akşam gelenek bozulmaz; yine karganın uyuduğu saatte, gündemde bir maç yoksa uyur. O kadar yoğun çalışır ki, telefon ettiğinizde çabuk görüşmenin çabuk bitmesi için; hızlı, verimli geçmesi için de; aynı anda başkaları ile de konuşur. Kendince konuşmanın sonlandığına kanaat getirdiğinde zaman da tek taraflı bir karar ile telefonu kapatır. Aslında daha söyleyeceğiniz önemli konu konuşulmadığından ve siz telefonun kapandığının farkında olmadığınızdan kapalı telefona bir süre daha konuşur bulursunuz kendinizi. Çok içten ve kalbinde kötülük bulunmayan bir insandır. Vakit kaybetmemek için yemek yemez, tuvalete gitmez… Türkiye’nin yarısı onun tanıdığı, diğer yarısı da dostudur.
Günlerden bir gün sputnik her zamanki gibi sabah karanlığında (kargalar hacet gidermemiş olması kuvvetle muhtemel) iş yerine vardığında Güneydoğu Anadolu’dan bir dostunun hediye olarak göndermiş olduğu bir çuval meşhuuuur ‘Samandağı biberini’ masasının yanında gördüğünü söylüyor… Bundan sonrasını kendi tarzı ile ağzından dinleyelim:
“E peki ben ne yapacağım bu kadar biberi? Çağırdım herkesi, çıkardım poşeti, başladım avuç avuç dağıtmaya… Hayır, eve götürsem bir senede bitmez. Sonunda çuvalın dibinde kalanları, kırılmışları, çekirdekleri, tozları ellerimle bir güzel toparladım, aldım ve bir poşetle masama bıraktım… Geliyorum, gidiyorum, bir parça biber yiyorum… Acı ya dudaklarım şişmesin diye elimle küçük küçük koparıp yiyorum. Acı ama güzel , ufak ufak götürdüm gün boyu. Neyse çıkış saati geldi; gün içinde fazla tuvalete gitmediğim için , -aslında biliyorum çok kötü yapıyorum böbrekler için, o kadar tutmak doğru değil, gitmek lazım- ama vakit yok. Farkına bile varmıyorum, çıkacağım zaman aklıma geliyor. Eee yol da uzun vapor filan… Sevmem öyle başka tuvalete gitmeyi, mecbur kalmadıkça gitmem de; onun için kendime bir tuvalet yaptım ayrı. ‘Bir su dökeyim’ dedim. Ne yaparsın? Gittim tuvalete…”
Devam ediyor anlatmaya: “Arabada ben önde otururum, yanımda ortağım, arkada muhasebeci kızlar, damadım filan. Tam ki yola çıktık, bende bir yanma, yerimde duramıyorum. Oturduğum yerde bir o yana bir bu yana kıvranıp duruyorum. Hacet giderirken ‘dokunmak’ zorunda kaldığım için tutuşuyorum. -Ne demiştim: geç intikal bir nimettir. Herkes payına düşeni alır. Olay bittiğinde aklında kalan hatıraya da ‘tecrübe’ denilir.- Arabada kızlar var, utanıyorum durumu söylemeye, gün içinde çok su içmem, bilirler. Biliyorum aslında güne yayılmış bir şekilde bol su içmem lazım, doğru değil biliyorum, aslında çok kötü yapıyorum ama ne yapayım, aklıma gelmiyor, vaktim yok… Benim için arabaya her gün bir şişe su bırakırlar, buzz gibi, aklıma geliyor, yerde şişeyi görüyorum. Hemen alıp önüme koyuyorum, aklımca kimseye çaktırmıyorum. Düşünsenize tuhaf tuhaf sallanan bir adam, bir de önünde bir şişe ile sallanmaya devam ediyor… Sapık zannedecekler beni. Bir taraftan o yana bu yana sallanıyorum bir taraftan önümde kocaman bir su şişesi. Soğuğun etkisi ile kısa bir süre için rahatlıyorum. Sonra soğuğun etkisi bitiyor. Ölecem… Arabadan inip koşmak istiyorum, ne yapsam ne etsem diye kıvranırken, aklıma başka ‘cin’ bir fikir geliyor. Biraz ferahlamak amacı ile şişenin kapağını acıyorum, başlıyorum suyu dökmeye. Görüyorlar, daha fazla saklayamayacağım; soruyorlar, suyu dökmeye devam edeceğim için anlatıyorum. Gülüşüyorlar. Vapura bindiğimde üstüme kaçırmış bir görüntünün hesabını verirken, yangın devam ediyor, ne yaparsam yapayım fayda etmiyor…”
Yangın-ı var yangın-ı var ben yanıyorum, yetişin a dostlar tutuşuyorum… Bekçi babaaaa yangın nerde? Yangın sputniğin…
Sevgiyle kalın.