Emre Aköz Sabah gazetesinde yazmış, bizim İzak Baron’un ‘ağına takıldı’ oradan okudum. Mesaj kısaca şöyle: “Dinim söz konusu olduğunda, ‘nasıl’ını konuşurum ama ‘neden’ini tartışmam”. Yani dinimizin gereklerini yerine getirirken, oruç tutup koşer yerken, tek tartışılması gereken bunun nasıl yapılacağı olmalı, neden yapıldığı değil.
Olabilir, kişi başkasına zarar vermedikçe dilediğine dilediğince inanabilmelidir, saygı duyarım.
Askerlik görevimi uzun yıllar önce yaptım. İlk haftalarımda oldukça zorlandığımı hatırlarım. Hele ki “çök!” komutuyla dakikalarca soğuk zeminin üzerinde diz üstü bekletildiğimiz anlar kafamdan binlerce ‘neden’ geçirdiğim hâlâ dün gibi aklımdadır. Ama sonunda bu soruyu sormamayı öğrendim. Daha doğrusu sora sora doğru cevabı buldum, rahatladım. Meğer acemi askerleri saatlerce yerlerde bekletmelerinin ‘neden’i, ‘neden’ sorusunu sormamaya alıştırmakmış. Gerçekten de insan biraz düşününce bu mantıksızlıkta yatan mantığı kavrayabiliyor. Bir bölük komutanının “İleri hücum!!!” komutu üzerine, emrindeki askerlerin dönüp de “Peki ama neden?” diye sordukları anki manzarayı gözünüzün önüne getirsenize!
Geçtiğimiz yıl, yazılarımın birinde maymunlar üzerinde gerçekleştirilmiş olan ilginç bir deneyi paylaşmıştım. Unutulmuştur ümidiyle üşenmeyip tekrar yazıyorum:
Bir kafesin ortasındaki direğin tepesine bir muz salkımı yerleştirildikten sonra kafese beş maymun sokulur. Muzları fark eden maymunlar hemen direğe tırmanmaya çalışırlar. O an tepeden tazyikli su püskürtülür! Zavallı maymunlar panik içinde kaçışırlar. Maymunların muzlara yönelik her yeni teşebbüslerinde tazyikli su operasyonu tekrarlanır. Sonunda maymunlar muz – su ilişkisini çözerler ve muz yeme sevdasından vazgeçerler. İşte o zaman kafesteki maymunlardan biri dışarıdan bir maymunla değiştirilir. Yeni gelen çaylak, direğin tepesinde sallanan muzları görür görmez doğal hamlesini yapar. Ancak tam direğe tırmanacakken, yeniden ıslanma tehlikesini sezen kafesin kıdemlileri onu yaka paça aşağı çekip bir güzel döverler. Maymunun her girişimi aynı şiddet eylemiyle engellenince sonunda o da muzlardan vazgeçer.
Ancak deneyin esas can alıcı kısmı bundan sonra başlar. Tazyikli suyun dehşetini yaşamış olan maymunlar yerlerini birer birer yeni maymunlara bırakırlar. Her yeni gelen ise tıpkı bir önceki gibi, muzlara dokunulmayacağını öğrenene kadar hemcinsleri tarafından hırpalanır. Sonunda kafesin içinde tazyikli su cefasını hiç yaşamamış ancak muzlara dokunulmayacağını bilen beş maymun kalır. Tek yaptıkları, muzlara hamle eden arkadaşlarını döverek uyarmaktır; bunu ‘neden’ yaptıklarını bilmezler.
Huyum kurusun, yaşamım boyunca bu ‘neden’ dürtüsü sürekli içimi kemirip durmuştur. Şayet o kafesteki maymunlardan biri ben olsaydım, eminim dayak yeme pahasına bir yolunu bulup yasaklı muzlara ulaşacak ve tazyikli suyun tadına doyasıya varacaktım. Ama hiç değilse ‘neden’ muzlara dokunulmaması gerektiğini de öğrenecektim. Hem belli mi olur, belki de o anda sular kesik ya da sistem çalışmıyor olacaktı? O zaman ben muzları bir bir lüplerken, diğer maymunların gözünde ya kahraman ya da hain olarak görünecek ama her halükarda gıptayla izlenecektim.
Gelelim Nietzche’ye… Uzunca bir süredir internet ortamında dolaşan bir alıntı var. Hani şu “Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır” diye başlayan ve hızını alamayıp, “böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!” diye biten ünlü vecize... Bir çobanın oyuyla bir üniversite mezununun oyunun eşit olamayacağını savunan zihniyeti n mal bulmuş Mağribi gibi sıkı sıkıya sarıldığı bir aforizma peydahlamış Friedrich Nietzche. Hitler ve Nazi yandaşları da öyle yapmışlar zaten, sıkı sıkıya sarılmışlar bu 19.yüzyıl filozofunun tehlikeli fikirlerine. Oysa felsefeye az biraz ilgi duyan herkes iyi biliyor ki Nietzche, evet son dönemlerinde kafayı iyice sıyırmıştı ama ne faşistti, ne de antisemit. Sözlerinin pek çoğuysa bir Yahudi düşmanı olan kız kardeşi tarafından saptırılmış, bazı kişiler tarafından işlerine geldiği şekilde cımbızla ayıklanarak kullanılmıştı.
Aslında felsefi bilgi donanımım Nietzche’yi ne savunmaya ne de yermeye yeterli, haddim de değil zaten. Sadece önüme hazır konan bir metnin ardına takılıp gitmemi engelleyen kötü bir alışkanlığım var: ‘Neden’ sorusu… Kanımca bunun eğitimle, diplomayla, sertifikayla falan pek ilgisi yok. Bu olsa olsa kalıtımsal bir deformasyon, aileden gelen kültürel bir mirastır; merak etmek, kurcalamak, sormak, sorgulamak… Koyunlarının başındaki çoban da olsan, üniversite kürsüsündeki profesör de, hiç fark etmiyor!
Çoook eski zamanlarda din adamları bilim adamıydı. Soruşturup sorgular, bilime yön verirlerdi. ‘Neden’ sorusunu da en çok onlar sormuştur herhalde. Medeniyetin gelişmesiyle birlikte din adamı olmayan bilim adamları yetişmeye başladı. Merak ediyorum, acaba din adamlarıyla bilim adamları aralarında bir görev dağılımı mı yaptılar? Şimdilerde ‘neden’ diye sorma görevi bilim adamlarında, ‘nasıl’ diye anlatma görevi ise din adamlarında olabilir mi?
Bana ‘neden’ ara verdin, yazmıyorsun diye soran dostlarım var. Ne yani, oturup bunları mı yazayım?