Bazen spor salonlarında enteresan tiplemeler görürüm; iki defa halter kaldırır, yarım saat ayna karşısında saçlarını eli yardımı ile tarar. Yandan bakar, gördüğü onu tatmin etmez. Sımsıkı kolsuz ti-şörtü altındaki kaslarının görüntüsü tatminkâr olmadığından olsa gerek öbür yana döner, diğer kolunu kastıra şişire bir de öbür yandan bakar tavuk misali… Tri-seps, bi-seps ve de karındaki baklavaların görünümünde son yarım saatte bir değişiklik olmuş mu diye… Benim ise, spor yapmış olmam için eşofman giymem sonra da havalı havalı duş almam yeterli, karnımda da gerçek baklava vardır… Ama bir kez giyindim mi eşofmanımı spor yapmanın hazzı içimi derindeeen derine kaplar... Melatonin, jozefin artık ne varsa vücutlarıma yayılır…
Bu sene diğerlerinden farklı 2012 Süper Final’in uygulandığı ilk sene (belki de son). Neler olduğunu yeni yeni anlamaya başladığımız ‘final’ dolayısı ile tüm Türkiye kesinlikle aranan futbol uzmanı kesilmiş durumda. Bunun yanı sıra ülkemizde ekran karşısındaki herkes hem teknik direktör, hem futbolcu, hem yan hakem ve dahi hem de en iyisinden orta hakem olmuş durumda… Herkesler bir elleri kuru yemiş bir ellerinde meyve suyu ve de müsait bir ortam ise puro, sigara, pipo eşliğinde herkes spor yapmakta. Bu arada malum spor literatürü cömertçe kullanılıp geliştirilmekte, TV karşısında bilinen en okkalı argo kelimeler lügatinin en nadide seçmelerini, yüz göz dağılmış, boğazlarındaki damarlar şişmiş, gözler yerinden fırlamış canhıraş bir böğürtü ile televizyon camına doğru terlikleri eşliğinde sallamaktalar… Penaltı öncesinde kalp krizi geçirenler, ne o? Takımlarını destekliyorlar… Bravo hepsine tebrikler… Sanırsın yüzlerce maçı yönetmiş en tecrübelisinden, bilirkişi, her biri “koşsana lan” (biliyorum böyle demiyorlar ama ben ne yazıyım ki şimdi buraya) “o’raya pas verilir mi? Aşkolsun valla! Sevgilerimi sunarım sana!!!”, “Zeka özürlü gözü bozuk, gözlüklerini evde mi unuttun, bu pozisyon bal gibi de penaltı”, “Seni doğuran ana, olsun bana kaynana…” Analarımız, avratlarımız, doğum ekibinin günahsız üyeleri, bilumum aile fertleri bir keşmekeş içinde, payına düşeni alıyor… Spordu dostlar, anladınız siz onu; …fiil in di blenks… Oksford mezunu olmayan sevgili takipçilerim için “boşlukları doldurunuz.”
Şputnik; dünyalar iyisi harika bir arkadaşımız. Ama maalesef bir kusuru var; “o bir sporcu.” Hayatını takımına adamış nev-i şahsına münhasır birisi. Bizim memlekette spor dediğimiz zaman sadece ve sadece ‘futbol’ akla gelir. Tüm diğer sporlar futbolun yanında gereksiz ve yetersizdirler… Mesela ‘milli’ pin-poncu ‘Ling Choung Fonx’ Balkan birincisi olsa gazeteler yazmaz bile. Milli atlarımız, yurdumuzun yetiştirdiği nadide sporcu, ebele kebele körebe, dünya rekoru kırsa, bir ihtimal yerel gazetelerde sekizlik puntolar ile yer alabilir ama mesele futbol olunca akan sular durur, her konu, her olay, kısacası her şey izlenir takıp edilir ve basında yer alır… Bizim Şputnik de spor konusunda rahatsızlanmadan önceki evrelerinde genelde futbol ile ilgilenmekte olan ‘normal’ standartlarda birisiydi. Fakat gel zaman git zaman hastalığı ilerledi ve bu ileri safhalarda maalesef ‘Garden lantern’in (takım adı vermemiş olmak için) misket takımının ve hatta rüzgara karşı en uzağa tükürme yarışmalarının yayınlarını bile seyreder oldu… İşin kötüsü, bunun maalesef tedavisi yokmuş…
Maç günleri, yani maça gidemediği ve televizyona mahkum olduğu günler, sabahtan kampa girer bizim Şputnik, ilk işi iş yerinin tamamını boyattığı sarı-morcivert üniformasını giymek, kısa bir kahvaltı ve ardından sabahın köründen yeniden yatağa süzülerek, 1807’den beri o iki takımın maçlarını veren her türlü kanalı zaplaya zıplaya seyretmek olur. Hatta sonradan bir daha seyretmek üzere kayıt da ederek, burnuna kadar çektiği yorganın altından maç saatini bekler. Dedim ya adam sportmen. Ben nasıl ki eşofmanı giyip duş aldığımda derin bir yorgunluk hissediyor ve spor yapma hazzını tadıyorsam, o da üniforması üstünde, yatağının içinde ağır halde spor yapmakta.
Şputnik’ciğim maç günleri o kadar heyecanlı ve o kadar düşkün ki takıma, iyilik olsun diye yatağın içinde bir gözü TV’de iken diğer taraftan sevdiği kim varsa, takımının, fotoğraflı, yazılı her türlü haberleri sms yolu ile bizlere iletmekte… Garden lantern’in voleybol takımı şöyle olmuş, basket takımı böyle olmuş, çayda çıra folklor ekibi Makedonya’da ikinci olmuş, misket takımının misketleri çalınmış, kürek takımının yeni aldıkları kürekleri kısa gelmiş, filan da falan… Artık kimi ilgilendiriyorsa bu haberler…
Sporculuğun sınırı yok, dünyalar iyisi Şputnik takımını desteklemek adına hiçbir zaman hiçbir fırsatı kaçırmaz… Mesela sırf rengi, tuttuğu takımın renklerine uygun diye muhabbet kuşu besler, sarı-morcivert renkli balıkları sadece okyanus balıklarında bulunduğu için tuzlu su akvaryumu kurar ve akvaryumu sarı morcivert renkli balıklar ile doldurur, hayatının her önemli olayını maç fikstürüne bakıp ona göre ayarlar.
Şimdilerde altı hafta sürecek olan bu Süper Final maratonu için kampa girmiş olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Değil kendisi ile görüşmek, konuşmak ve hatta yazışmak bile mümkün değil. Alınan haberlere göre kendisini televizyona zincirlemiş, odadan hiç çıkmıyormuş… Eşi ve çocukları bizlerden yardım istediler, gittik… Spor yapmaktan perişan hale gelmişti... Çözüm ise basitti, bir cesaret bina girişindeki sigortaları indirip, elektrik kesildiğine inandırdık… Yatağında, üniforması üstünde, yorgan burun hizasında ve dahi büyük bir kararlılık ile elektriğin gelmesini beklerken, şükür uykuya daldı… Son bir iki maçı seyretmese uyandığında neler olur bilmiyorum ama yetkililere sesleniyorum; yetiştirdiğiniz spor seyircilerinin telef olmaması için ‘Süper final’ uygulamasına son verilsin… Lütfen…
Sevgiyle kalın.