(...) "Ortadoğu gibi karışık coğrafyalarda etnik veya dini kimlik önemli olabiliyor. Ulusal kimliğinin arayışında uzun yıllar boyunca savaşmış, kan ve ter dökmüş Avrupalının bunu anlaması – hele hele dünyanın bu bölgesindeki hareket ve düşünce sistemine yabancı ise – kolay olmuyor." (...)
Geçtiğimiz aylarda iş için Lübnan’a giden Avrupalı bir arkadaşım ile karşılaşmış ve orada gördükleri, duydukları üzerine sohbet etmiştim. Bir araya geldiği tüccar ve girişimcilerin kendisine son derece sıcak bir şekilde yaklaştıklarını ve iş yapmak istediklerini, bunu ifade ederken de, söze çoğunlukla “Ben Hıristiyan’ım” şeklinde başladıklarını söylemişti. Bu durum arkadaşımı hem rahatsız etmiş, hem de şaşırtmış...
Ortadoğu gibi karışık coğrafyalarda etnik veya dini kimlik önemli olabiliyor. Ulusal kimliğinin arayışında uzun yıllar boyunca savaşmış, kan ve ter dökmüş Avrupalının bunu anlaması – hele hele dünyanın bu bölgesindeki hareket ve düşünce sistemine yabancı ise – kolay olmuyor. Neticede, Osmanlı’nın bu diyarları terk etmesi ile başlayan süreçte, bölge halkının kendi geleceği ile ilgili tasarrufta bulunmasına izin verilmemiş, kendi kendini yönetmesi dahil her tür talebi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan 1919 Paris barış görüşmelerinde, sağır kulaklarla düşmüştü.
Savaş sonrasında kah Fransız kontrolü altındaki Suriye ve Lübnan’da, kah İngiliz kontrolü altındaki Filistin’de Arap ulusalcılığının bayraktarlığını yapan Hıristiyan toplum, zaman içinde önemini yitirmiş. O dönemin özel şartları içinde, toplumlarının sosyal ve ekonomik gelişiminde söz hakkı olan ve zaman zaman başı çeken bu kesimin yıldızı, 20. yüzyılın son çeyreği ile birlikte sönmüş, kendisini konumlamakta güçlük çeker olmuş…
İran’ın bölgede siyasi anlamda güçlenmesi ile Hizbullah’ın Lübnan’da, Hamas’ın Filistin’de etkin olmaya başlamaları, Arap milliyetçiliğinin merkezine oturtulan Filistin sorununun İslamlaştırılması ile Hıristiyan toplumun oyunun dışına itilmesi, uzun süre önce hallolmuş bir konu. İsrail’in 1982 Galil Barış Harekatı çerçevesinde Lübnan’a karşı giriştiği askeri harekat ile elde ettiği mevzileri tek taraflı olarak terk etmesi, buraları Hizbullah milislerinin doldurması ve Hizbullah’ın göz ardı edilemeyecek bir güç olarak Lübnan siyasetini ele geçirmesi, böylece ülkenin İran ekseninde İslamlaştırılması, arda arda okunduğunda anlam bulan bu süreci ifade eder. Keza, Arafat sonrası, Filistin halkının yasal temsilcisi konumundaki FKÖ’nün zaafa uğraması, alternatif siyasi güç olarak Hamas’ın sokak ve meydanları ele geçirmesi de benzer bir durumu ortaya koyar.
Bu durum elbette ki ekonomik veya demografik gerekçelerle açıklanabilir. On yıllardır ticaret ile uğraşmış, sosyal başarının eğitimle, rasyonel düşünce ile hayata geçeceğini anlamış Hıristiyan Arapların modelleme esnasında devreden çıkarılması, yalnız Arap toplumlarının geleceği ile ilgili kalmamış, İsrail – Arap sürtüşmelerine de etkisi olmuştur demek, çok da yanlış olmaz. Tom Segev’in ‘One Palestine Complete’ adlı kitabına hatıraları ile konuk ettiği Filistinli eğitimci Khalil El Sakani’nin açıklamalarının bugüne izdüşümü bu düşünceyi güçlendiriyor.
Arap Baharı ile anlam bulan değişimin içinde de benzer bir dinamik var. Tunus’ta iş ve aş talebi ile başlayan ve diğer bölge ülkelerine hızla yayılan ateşi bir demokrasi talebi olarak değerlendirmek ne kadar gerçekçi olur? Feodal toplum yapısı ile, gelenekleri ile, sosyal uygulamaları ile, Arap halkı demokratik yaşantıyı gelecek için beklentisi haline getirebilir mi? Dilediği bu mudur, gerçekten?
Toplumların tüm unsurlarını kucaklamayan, birilerini dışlayıp diğerlerini siyasetin tam da ortasına koyan yapılanmalar, uyuma, ahenge, birbirini anlamaya muhtaç ortamları yaratırlar.
Şunu kabul etmek gerekir ki, ne Kahire’de Mübarek’i tahtından edenlerin, ne Libya’da Kaddafi’ye karşı savaşanların ne de Suriye’de Esad’ın ordularına hedef olanların istekleri benzer değil. Bildikleri kötüden kurtulmak dürtüsü ile hareket eden insan topluluklarının ellerinde bilmedikleri iyiyi bulabilmeleri için çok fazla şans yok. Onları birleştiren tek gerçek bu.