Hepimizin hayatında kendimize yakıştırmadığımız, açıkça söylemesek de kendi başımıza gelmeyeceğine için için inandığımız, acıklı filmlere ait gibi görünen olaylar vardır. Ailenizden birinin intihar etmesi, zamansız bir ölüm, iflas ya da bunlara denk başka bir felaket geldiğinde bu yaşananlar hayatınızın ta kendisi olur bir anda… Böylesi durumlar hiç kimsenin ayrıcalığı olmadığını ve hiçbir gücün insanı hayatında kendisinden korumaya yetmediğini hatırlatan, tanımlamak için doğru kelimeleri arayıp da bulamama halidir. Bu gibi zamanlarda ister istemez çevrenizdekilerin de sizi algılama şekli sakatlanır, dillendirmeseler de siz başına felaket gelmiş insan olarak onlara hayatın korkunç yüzünü hatırlatırsınız.
Çocukken dünyamızı hayallerimize göre şekillendirir, gelecekteki ihtimalleri bilmesek de bu ihtimaller hayatımızın mutluluk kaynağı olurdu. Büyümek ise ihtimallerin gitgide azalmaya başlaması durumuydu. Büyüdükçe her gün hayatı yeniden öğrenmenin zorunlu olduğu, bugün doğru olanın yarın doğru olmadığı bir dünyaya adım atarsınız. Bu süre içerisinde de küçükten beri ailenizin etrafında görmeye alıştığınız insanları başka bir gözle tanımaya başlarsınız. 13 yaşında Bar-Mitzva töreninizde aynı fotoğraf karesinde çıktığınız bir sürü akraba, aile dostlarınız bir sonraki buluşma olan düğününüze kadar resimlerdeki mutlu günlerinizin birer şahidi olurlarken sizin için ise arada geçen seneler onları gerçekten tanımak için en iyi zamandır. Küçükken ailevi sorunların ve aileme özel hikayelerin sadece benim ailemde olabileceğini düşünürdüm. Büyüdükçe etrafımdaki çoğu insanın ailesinde de benzer hikayelerin olduğunu ve sırf bayramlarda ve mutlu günlerde görüştükleri belli bir akraba ve dost kesimi olduğunu farkettim. Aile içerisindeki maddi güç dengelerinin değişmesi, uzun yıllar aynı masaları paylaşmış insanları ayırmış ve bir kuzen diğerine yabancı göz ile bakar hale gelmişti. Bu ‘mutlu gün dostları’ sizin başınıza gelebilecek tatsız bir olayda aramaları gerektiği kadar arayıp, ancak yanınızda olmaları gerektiği kadar olan insanlardı. Düğünlerde, Bar-Mitzva törenlerinde topluca çekilen mutluluk fotoğraflarının yerini acı günlerde aranıza çekilen o incecik çizgi almıştı. Belki de onlar da bir gün aynı felaketin kendi başlarına gelebileceğinden korktukları için sizden uzak durmayı tercih etmişlerdi. Felaketi yaşayan taraftaki insanlar bu farkı bir süre sonra topluca karşılaşılan herhangi bir ortamda karşı tarafın “Nasılsııın” sorusunda keşfediyorlardı. Nedendir bilinmez aile bağlarının ne kadar kuvvetli olduğu mutlu olaylarda değil de insanın başına gerçekten bir felaket geldiğinde diğer insanların duruşlarında kendini gösteriyordu. İnsanlar gerçek yüzlerini ancak böyle zamanlarda gösterip, farklı bir hesaplaşma içine giriyorlardı. Nasıl, niye, ne zaman soruları bir süre sonra “bu acıya nasıl dayanacaksınız” gibi yapay bir acıma duygusu ile pekişiyordu. Böylesi zamanlarda o kişinin yanında olmak yerine herkesin bir fikri vardı ve kimse fikrini kendine saklamıyordu. İki akraba arasındaki uçurum açıldıkça vefasızlık ta öylesine sarıyordu ki etrafı, iki kardeş bile seneler sonra yeni tanışmış iki yabancı gibi aynı sinagogun sandalyelerinde yanyana ama birbirinden uzak oturabilmekteydiler.
Bu hafta hem vicdanımızı sorgulamaya başlayacağımız Elül ayının yaklaşması hem de geçtiğimiz günlerde izlediğim bir Fransız komedi filminin de etkisiyle yakınlarımız ve maddi dünyamız arasındaki ilişkimiz üstüne düşünelim istedim.Geçen hafta 2008 yılı yapımı Fransa’nın Cem Yılmaz’ı Gad Almaleh’in başrolde oynadığı ‘Coco’ filmini tekrardan izleme fırsatım oldu. Film abartılı, bazen ucu kaçan ama her daim düşündüren ince esprileri ile bana cemaat düğünlerimizi hatırlattı. Filmde özetle ailenin babası oğluna dünyanın en ihtişamlı ‘Bar-Mitzva’ töreninin tüm hazırlıklarını eksiksiz yaparken ancak sonlara doğru hem karısının hem de oğlunun ilgisizlikten kendinden ne kadar uzaklaştığını fark edebiliyor. Film aile bağları, Kuzey Afrika kökenli Fransız Yahudilerinin modern Fransa’ya uyumu konularında ciddi iğnemeler yaparken özünde de en önemli olanın maddiyat değil yanıbaşımızda olanlar olduğunu bize hatırlatıyor. Filmi izledikçe etrafımda kimi zaman şahit olduğum, maddi zorluklara rağmen gereğinden fazla ihtişamlı düğünler yaparak, kendi akrabalarımıza ve çevremize maske altında gösteriş yapmak uğruna ne bedeller ödenebildiğini bir kez daha düşündüm. Sanırım en değerli düğün havai fişeklerin havada uçuştuğu değil, kötü günlerinizde kayıplara karışmayacak gerçek aile dost ve akrabalarınızın yanınızda olabildiği bir düğündür.
***
Geçtiğimiz hafta her yaz geleneksel olan Şalomcular’ın yaz buluşması Büyükada’da sevgili Riva’nın evinde gerçekleşti. Bu yemeği her yıl olduğu gibi unutulmaz yapan ne denize yansıyan ay ışığı eşliğinde dinlenen tatlı müzik, ne en ufak ayrıntıya kadar düşünülmüş açık büfe ne de gece boyunca devamlı süren servislerdi. Şalom ailesini kendi evindeymişçesine rahat hissettiren ortak unsur Riva ve eşi Semih Şalhon’un tüm gece bir taraftan ellerinde şişelerle masadan masaya ile ilgilenirken bir an bile güleryüzlerinde eksik olmadan tüm davetlilere gösterdikleri sıcak ilgiydi. Herşey Şalom’a yakışır bir şekilde bir o kadar emek ve işbirliği dolu ama aynı oranda da doğal ve huzur vericiydi. Geçirilen kısa ama bir o kadar özel bu akşam orada olan herkese bu ailenin bir parçası olduğunu ve ortak değerleri paylaştıklarını hatırlattı. Kendimizi ailemiz kadar yakın hissebildiğimiz ve birbirimizin hislerine dokunabildiğimiz sürece Şalom ailesi uğradığı her türlü tenkitten güçlenerek çıkacak ve aydınlık yarınların habercisi olacaktır.
Hayatın akışında kimi zaman rollerimiz değişse de nereden geldiğimizi unutmayacağımız, kişisel hesaplaşmalarımızdan sıyrılıp yakınlarımızı kucaklayabildiğimiz, hayatımızı hep ilk zamanlarki kadar doğal ve sevgi dolu yaşabildiğimiz mutlu bir gelecek dileğiyle…