Kichka’dan İkinci Kuşak

Köşe Yazısı
12 Eylül 2012 Çarşamba

evgili Gila Erbeş önermeseydi Michel Kichka’nın İkinci Kuşak adlı çizgi romanını belki hiç okumayacaktım. Bu konuda beğenisine güvendiğim dostların sesine kulak vermek her zaman yararlı oluyor.

İkinci Kuşak’a biraz mesafeli yaklaşmış olmam, belki de daha önce Art Spiegelman’ın yarattığı MAUS karakterinin bende yarattığı karamsarlık ve hüzün olmuş olsa gerek; oysa Kichka, ondan çok farklı iletilerle karşıma çıktı:

Öncelikle, insanlık tarihinin büyük acı ve ayıplarının yaşandığı bir olaydan yola çıkarak, çizgi ve sözle olduğu kadar, sözcük oyunlarıyla gülmeceye sığınmak, bence Yahudi mizahının bir temsilcisi olan Kichka’nın başarısıdır! Her ne kadar bu kitap, Holokost sonrası ikinci kuşağın duygu ve düşüncelerini öne çıkarmaya çalıştıysa da, temelinde bir babanın ölüm kampında yaşadığı acılarla birlikte, aradan geçen yıllar boyunca bu olaylara yaklaşımını ince esprilerle dile getiriyor. Sayfalar dolusu anlatılamayacak kimi yaşanmışlıkları da, çizgilerde ve satır aralarında okuyucuya duyumsatıyor.

Kichka’nın anlattıkları, çizginin gücüden yararlanmayıp yalnızca sözcüklerle sınırlı kalsaydı, sanırım bu denli etkili olmazdı. Sağladığı görsellik kadar, imgelemimizi eyleme geçirerek bizleri de olayların içine katıyor, bunları yaşayanların duygu ve düşüncelerine ortak ediyor, kimi konuları sorgulama olanağı sağlıyor.

Kitapta beni en çok etkileyen konulardan biri de, Kichka’nın uzun yıllar içinde bir ur gibi taşıdığı, sürekli beynini kemiren “Beni çiz, beni yaz!” dürtüsü! Nerdeyse kitabın her sayfasında bu dürtüyü sürekli duyumsayabiliyoruz. Her sanatçının içinde var olan, yaşam ve sanatlarına farklı bir anlam katan, yine Sait Faik’in özlü olarak dile getirdiği“Yazmasam çıldıracaktım!” sözleri gibi... Belki de sanatın en büyük gizi olduğu kadar, bir sanatçı için yazmanın ve yaratmanın biricik nedeni!

Kichka, on yıllar boyunca patlama noktasına gelen bu dürtüyü bir kitaba nasıl dönüştürdüğünü şöyle anlatıyor:

“Liége’de oturan bir arkadaşımın evine gittim. Tam bir hafta boyunca günde 18 saat ara vermeden çalıştım. Adrenalinim durdurulamaz bir selin taşkınlığında akıyordu. Genellikle ölüm döşeğindeki bir kişinin tüm hayatının, gözlerinin önünde canlandığı söylenir. Bende tam tersi olmuştu: sayfalar can buldukça, hayata yeniden kavuştuğumu hissediyordum.

Sabahın sekizinde, buruşuk yüzüm ve şişmiş gözlerimle yataktan fırlıyordum, ancak öylesine tatlı bir hafifleme duygusu içindeydim ki... Kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim.”

Babası hayatta olduğu sürece yapamayacağını sandığı bu çalışma, çevresinin yüreklendirmesiyle kısa zamanda ortaya çıkmış oldu. Hem de “Babama Söyleyemediklerim” alt başlığıyla...

Holokost yazınına farklı bir soluk getirdiği gibi, konuya çizgi sanatıyla yaklaşan bu kitabın, ilginizi çekeceğine inanıyorum.