Son günlerde bir bakanımız ile Merkez Bankası Başkanı arasında bir gaz-fren muhabbeti oluştu. Biri “balatalar sıyrılmaya başladı” derken diğeri, frenleri salıveriyoruz ama elimiz el freninde diye cevap verdi.
Son günlerde bir bakanımız ile Merkez Bankası Başkanı arasında bir gaz-fren muhabbeti oluştu. Biri “balatalar sıyrılmaya başladı” derken diğeri, frenleri salıveriyoruz ama elimiz el freninde diye cevap verdi. Gerçek şu ki, Türkiye ekonomisinin son altı çeyrektir küçülüyor olması sonucunda hesapların yeniden dürülmesi farz oldu. 2012 senesi için hedeflenen yüzde 4’lük büyüme oranına ulaşmak belki de imkansız hale geldi. Ekonomimizin öngörülen şekilde büyümemesi demek, vergi gelirlerinin kısa kalması, bütçe açıklarının artması ve mali disiplinin bozulması demek olduğundan, konu gerçekten önemli.
Son 10 senedir sağlanan ekonomik istikrar ortamı sayesinde vatandaşlarımızın refah düzeyi hızla arttı. 1980-2001 yılları arasında yaşanan zorluklar esnasında ertelenen tüketim talebi, son on senede adeta patlama yaptı. Özellikle 2011 senesinde, tamamen tuş olan AB ekonomilerinin yanıbaşında yüzde 9 gibi bir büyüme kaydeden Türkiye, uluslararası sermayenin ilgi odağı haline geldi.
75 milyonluk nüfusu, genç ve giderek kentlileşen tüketici toplumu ile global şirketlerin ihmal edemeyeceği bir ülkedir artık Türkiye. Şimdiye kadar şu veya bu sebeple bizden uzak durmuş, farkımıza varmamış, bizi ihmal etmiş hangi büyük şirket varsa, artık onların da radarlarına girdiğimizden hiç şüphem yoktur.
Bu kadar güzel giderken, ya nereden çıkmıştır bu gaz-fren muhabbeti?
2011’in ortasında ekonomi yönetiminin el frenine asılıp ta, ekonomiyi soğutmak istemelerinin sebepleri nedir?
Birinci sebep, tüketicinin borç içinde boğulmasından duyulan endişedir. Gerçekten de, kredi kartları, AVMler, konut kredisi, ihtiyaç kredisi, taksit atlat vs. derken tüketici coşmuş ve ciddi bir borç yükü altına girmiştir. 2003 senesinde sadece 13 milyar TL olan hanehalkı borç yükü, 2011 senesinde 252 milyar TL’na artmıştır. Son verilere göre halihazırda 13.2 milyon kişi bankalardan tüketici kredisi kullanmaktadır (kredi kartlarında bakiye devredenler hariç). Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin çalışan nüfusunun yarıdan fazlası tüketici kredisi kullanmaktadır. Konut ve taşıt alımı için kredi kullananlar hariç, takriben 11 milyon kişi günlük tüketim ihtiyaçlarının bir kısmını banka kredisi ile karşılamış durumdadır. Gelirinden fazla harcayan tüketici kitlesini gören ekonomi yönetimi, durumun sürdürülebilir olmadığı kanaatiyle el frenine asılmış ve iç talebi kısmak için politik anlamda cesurca önlemler almıştır.
İkinci sebep, tabii haliyle, büyümenin giderek artan bir oranda dış kaynağa dayalı hale gelmiş olmasındandır. Gerçekten de, 2000 yılından önce milli gelirin yüzde 20-25’i arasında seyreden tasarruf oranımız, 2010 senesinde yüzde 12 mertebesine gerilemiştir. Yatırım ihtiyacımız, kendi tasarruflarını bizim tarafa kaydırmayı kabul eden yabancılar sayesinde karşılanabilmektedir. Bu sene 65 milyar dolarla biter diye kabul edersek, son üç yıllık cari açık toplamı 185 milyar doları geçecektir.
Nitekim, geçen sene cari açık rakamının tüm zamanların rekoru olan 75 milyar doları geçmesiyle alarm zilleri çalmıştır.
Herkesin bildiği gibi, ani bir petrol veya doğal gaz rezervi ile karşılaşmadığımız sürece, Türkiye cari açık vermeye devam edecektir. Maharet, bu açığın sürdürülebilir olduğuna insanları inandırabilmektedir.
Bu yüzden, ihracat seferberliğinin başını çeken değerli bir bakanımız ile fiyat istikrarından sorumlu Merkez Bankası Başkanımız arasındaki polemik, aslında Türkiye’nin gaz-fren ikileminin ta kendisidir.
Bir yanda 2023 hedeflerini tutturmak için sürekli büyümek ihtiyacında olan bir Türkiye vardır. Sisteme pompalanan likiditeden istifade edip, gaza basarak, ucuz faiz ve bol krediyle büyüyen bir tüketim ekonomisini çevirmek cazip gözükmektedir. Neticede, Türkiye’de vergiler (ithalattan ve) tüketimden alındığı için, yüksek tüketim, yüksek vergi geliri sağlamaktadır. Yüksek vergi geliri, mali displin demektir. Mali disiplin ise ekonomik istikrar demektir.
Öte yanda, sıcak paraya dayalı büyüme politikalarının yeni bir döviz krizine yol açmasının yaratacağı tahribattan korkan bir Türkiye vardır. Şirketlerin kur riskinin rekor seviyelere çıktığı, tüketicinin borçla yatar borçla kalkar olduğu bir ekonomiyi duvara toslatmanın maliyetini ödemektense, daha az büyüme evladır diyen bir bakış açısı vardır.
Şimdi gözler, ihracatın ve tasarrufların artmasında olmalıdır. İhracatın artması demek, daha fazla üretip daha az tüketmek demektir. Çin’in ihracat pazarlarındaki ucuz iş gücü avantajı kayboldukça, Türkiye’ye yeni fırsatlar gelmektedir. Keza, bireysel emeklilik sisteminden beklentiler de çok büyüktür. Hükümet her iki temel hedefe yönelik önemli teşvikler getirmektedir.
Bu arada, bozulan bütçeyi toparlamak için yapılacak zamlara, her alanda daha verimli olmak için yapılacak yatırım ve yaptırımlara ve daha yüksek vergilere (mali disiplini bozmamak adına) “he” demekten başka çare yok gibi gözükmektedir. Herkese kolay gelsin.