Beceremiyoruz yaşamayı

Estreya Seval VALİ Köşe Yazısı
10 Ekim 2012 Çarşamba

Şöyle ağız tadıyla, iç huzuruyla yaşamayı beceremiyoruz. Ben de dâhilim bu genellemeye.

Araştırmalara göre dünya nüfusunun yüzde 78’i, günün yaklaşık sekiz saatini korku ve endişe ile geçiriyor. Yine araştırmalara göre, insanların karşılaşmaktan korktuğu şeylerin yüzde 40’ı başlarına hiç gelmiyor. İçlerini kemiren korku ve endişelerin yüzde 30’u, kişilerin geçmişte yaşadıklarına dayanıyor; artık değiştiremeyecekleri olayları düşüne düşüne, gerçeği çarpıtmaya başlıyorlar. Korku ve endişelerinin  yüzde 12’si kendileriyle doğrudan değil, bir yakınları veya çevreleriyle ilgili; 10’u ise çeşitli kuruntu ve hayal ürünü hastalıklara dayanıyor.

Bilmem hatırlayan var mıdır? Bir evde üç nesil, artı teyzeler, halalar yaşandığı dönemlerde, “başım dönüyor, midem ağrıyor, bacağım uyuşuyor” türü şikâyetlere verilen karşılık şuydu: Ayde, no tiyenes nada. Es imajinasyon! (Hadi, bir şeyin yok. Hayal ürünü!)

Yukarıdaki yüzdeleri topladığımız zaman korkularımızın yüzde 92’sinin boş olduğu ortaya çıkıyor. Demek oluyor ki korkulanların gerçekleşme ihtimali sadece yüzde 8. Aşem’in olaylara müdahale etmesi sayesinde, binde bir şans tanınan durumların bile olumlu bir şekilde sonuçlanması mümkün. Ve buna rağmen her gün sekiz saat boyunca boş korkularla baş etmeye çalışıyoruz. Abesle iştigal ediyoruz yani.

Basit düşünmeyi beceremiyoruz bir kere. Bir konuda ses çıkmadığında bile, aklımıza hemen en kötüsünü getiriyoruz. Oysa ne demişler? Kötü haber tez duyulur.

Basit düşünmek nasıl oluyor peki? Diyelim ki çocuğunuzu, eşinizi arıyorsunuz ama telefonu kapalı. Peki, neden kapalı sizce? Ne çok ihtimal üşüşüyor insanın kafasına, değil mi? En zararsız ihtimalleri sıralayalım hemen: şarjı bitti; telefonunu bir nedenle kapamak zorunda kaldı ve açmayı unuttu; telefonu kapalı değil aslında, bazı baz istasyonları kaldırıldı ve cep telefonları pek çok yerde çekmez oldu.

Yine çocuğunuzu, eşinizi arıyorsunuz ama telefonu açmıyor. Bir nedenle cihazı sessize aldı ve titreşimi hissetmiyor. Gürültülü bir yerde, trafiğin ortasında, çaldığını duymuyor. Telefonunu bir yerde unuttu. Aşırı ilginizle bıktırdınız onu, size tavır koyuyor!

Eskiden cep telefonu mu vardı? Her aklımıza geldiğinde arar mıydık birilerini, müsait olup olmadığını düşünme zahmetine girmeden? Duştayım kardeşim, benim telefon sudan etkileniyor!

Diyelim ki ciltte bir leke belirdi. Kötü hastalıklar gelmesin hemen akla. Önce silmeyi bir deneyelim. Nereden bulaştığı belli olmayan bir mazot kalıntısı da tıpkı çirkin bir ben görüntüsü alabiliyor. Nodül ve kistlerin ille de kötü huylu olması şart değil, iyi huylu olanları da var. Boğaz ağrısı ve ses kısıklığı, akla ilk olarak sıradan bir soğuk algınlığını getirmeli. İnsan her başı ağrıdığında gidip tansiyonunu ölçtürmez. Bu liste sonsuza dek uzayıp gidebilir. Ancak boşa dememişler “çok bilen çok yanılır” diye. Gazetelerin sağlık köşeleri senede on iki kez birbiriyle çelişen bulgular (yumurta kolesterolü bir ay etkilemiyor, ertesi ay etkiliyor, bu terane ne zaman sone erecek bilmiyorum) yayımladıkça, aklımıza bile getirmediğimiz ihtimallerle kafamızı karıştırdıkça, beden sağlığımızı değilse bile ruh sağlığımızı yitirdiğimiz kesin. Hele o bilgiç kişiler ‘tivi’ reklamlarında neyin üstüne yatmamız ve hangi içeceği tüketmemiz gerektiğini öğretmeye kalkışınca, insan iyice zıvanadan çıkıyor. Tedbirli davranmak iyidir ama kuruntu, hayatı zehir eder.

En iyisi, korku ve endişe duymaya başladığımızı hissettiğimiz an, yüzde 92 ihtimalle boşuna üzülüp sıkıldığımızı, yeryüzünde başıboş terk edilmediğimizi, Aşem’in daima yanımızda olduğunu düşünmemiz, korktuğumuz başımıza geldiği takdirde ise, bunun Aşem’in İradesi (ve dolayısıyla bizim iyiliğimiz için) olduğunu hatırlamamız gerekiyor.

Kral David ne güzel söylemiş: “Aşem benim ışığım ve kurtuluşumdur. Kimden korkacakmışım?” (Teilim 27:1)

***

Günümüz çocuklarına “Z kuşağı” dendiğini duymuşsunuzdur. Son habere göre, “Z kuşağından sonra gelen nesle ‘dört duyulu kuşak’ denecekmiş! Neden mi? O çocukların koku alma duyusunun köreltilmesi planlanıyormuş. Duyuların sayısı beşten dörde inecekmiş. Anlatamadım, değil mi? Haklısınız, yazdıklarım bana da tuhaf geldi. Bu garip cümlelerin ne anlama geldiğini hemen açıklayayım. Çocuklar büyüdüğünde tinerci olmasın diye, bazı kurumlarda oyun hamuru yasaklanacakmış. Kokulu silgiler de öyle. Biz yaşamayı pek beceremiyoruz, gelecek nesiller hiç beceremesin, di mi ama? Bu kararı verenlere yardımcı olmak isterim tabii. Elimden gelse çiçeklerin koku yaymasını, yağmur yağınca ortalığın toprak toprak kokmasını, mis gibi ıhlamur içmeyi, pastalara vanilya, sütlü tatlılara tarçın koymayı, parfüm sıkmayı da engellerdim ama elimden gelmiyor işte.

***

Koşun, bileklik dağıtımı başladı... Bitti bile mi? Tüh!

Pazarlama dehası yine iş başında. ‘Bilmem hangi’ mağaza sezonu açtı. Çakma elitler gün ağarmadan sıraya girdi, kendilerine verilen bileklikleri taktı ve her üründen sadece bir tane almak şartıyla, on dakika içinde on binlerce liralık alışveriş yaptı. Hepsini canı gönülden tebrik ediyorum. Gazetedeki haberde türkuaz rengi pırıl pırıl bir bavul seti vardı, üst kısmına ışıltılı bir kraliyet tacı kondurmuşlar, aklım kaldı valla! Anlaşılan, bagajların uçaklara nasıl yüklenip indirildiğini hiç seyretmemiş bu tür bavulları tasarlayan kişiler. Ya da ‘ultra VIP’ bavul hizmeti var, ayrı uçak seferi düzenleniyor, koltuklara oturtulup emniyet kemeriyle bağlanıyor bu tür bagajlar da, ben bilmiyorum. Nerden bileceğim, di mi ama?

Bavul konusunda kuruntu mu yaptınız? Çizilir diye mi üzülüyorsunuz? Üzülmeyin, o bavul setinin başına kötü bir şey gelme ihtimali... Hesaplayamayacağım valla. Mala gelsin de cana gelmesin.

Siz içinizi hep ferah tutun, yaşamayı beceremeyenler düşünsün. Ve şu eksik, bu eksik diye hayali ihtiyaçlar peşinde koşacakları yerde, Kral David gibi desinler ki: 

“Aşem benim çobanımdır, hiç eksiğim olmaz (Teilim 23:1)”