Uçakla yolculuk ilginçtir. Daha havalimanında iken, gündelik yaşamınızda rast gelemeyeceğiniz kişilerle karşılaşırsınız. Siyasetçiler, bilim insanları, büyük işadamları, sanatçılar, oyuncular, şarkıcılar, türkücüler ve ünlü elitlerimizle aynı kuyruğa girmezsiniz belki (malum, yeni icat edilen özel havalimanı pasaportları sayesinde neredeyse uçan halıyla ulaşıyorlar uçağa) ama uçak kabininde, aynı çatı altında bulunursunuz. Her ne kadar uçağın en ön sıraları normal bilet fiyatının birkaç misline onlara ayrılsa ve siz sıradan kişilerden ne kadar farklı oldukları, yüzünüze yüzünüze çekilen perde ile başınıza kakılsa da, birkaç saat boyunca aynı kaderi paylaşırsınız onlarla. Uçak kırk beş dakika kalkış sırası beklediğinde, tıpkı sizler gibi sıkılırlar. Uçak ani bir hava boşluğuna düştüğünde, kalpleri sizinkiyle aynı ritimde, belki de daha hızlı atar.
Uçaktan çıkar çıkmaz koşmaya başlayanları hiç anlamam. Sizinle aynı hizaya geldikleri an, bir çalım atıp önünüze geçerler ve koşularına devam ederler. Sonuçta aynı pasaport kuyruğunda, aynı bagaj bandında ve aynı gümrüksüz satış mağazasında yine bir araya gelir, birlikte beklersiniz. Hatta bazen şansınız yaver gider, sizin girdiğiniz sıra daha çabuk ilerler ve hiç çaba sarf etmeden onları geride bırakırsınız. Öyledir çünkü hayat. Her şeyi hesaplamak mümkün değildir. Kendine özgü sürprizleri vardır.
Uçuş sırasında, yanınızdaki koltukta oturan kişiyle konuşma imkânı olur bazen. Üç saat boyunca gevezelik edersiniz, özel hayatlar bile girer devreye ama uçağın tekerlekleri yere değer değmez, yarım yamalak bir veda ile birbirinizin yaşamından çıkar gidersiniz. Yine de, duyduğunuz birkaç sözcük, yer eder kafanızda.
Ancak aklımda kalan ve yazmaya değer bulduğum sözcükler, yanımda oturanlardan değil, arkamdakilerden duyduklarım. Kulak şahidi olduğum sözcükler.
Üç kişiydiler. İki kadın ve bir erkek. Orta sırada oturan kadınla, koridor tarafından oturan erkek, karı koca, pencere kenarındaki kadın ise arkadaşlarıydı. Normalde arkamda neler konuşuluyor diye kulak kabartmam ama ses tonu yüksekse, duymamak elimde değildir. Oje renklerinden konuştu kadınlar, yazlık oje, kışlık oje, kızının sürdüğü oje, sonra televizyon dizileri, komedi programları... Herhalde seslerine alışmış olmalıyım ki, bir süre sonra dinlemeyi bıraktım. Uçak indi, daha tam durmadan herkes ayaklandı, ben de öyle. Arkadaki adamın sesi yine kulağıma çalındı: “Sen onu zengin mi sanıyorsun?” Öyle bir aşağılama vardı ki ifadesinde, kendimi adama bakmaktan alıkoyamadım. Yaşı elli beş altmış arasındaydı. Dudakları alay ve tiksinti arasında bir duygu ile gerilmiş, uçları aşağı kaymıştı. “Peh!”
Ve düşünmeye koyuldum. Ortak tanıdıkları, belki de ahbapları olan bir kişiden söz ediyorlar. Aynı çevredenler. Denk bir yaşantıları var. Ama banka hesap cüzdanı, onlarınki kadar kabarık değil. Varlıklı olabilir ama zengin? Sen onu zengin mi sanıyorsun? Zengin gibi gözüküyor, zengin rolü yapıyor ama değil işte!
Sormak isterdim adama: “Sen zengin misin peki? Gördüğüm kadarıyla sıradansın, hissettiğim kadarıyla gönlün yoksul. Yalıların, yatların, katların, hizmetçilerin, uşakların var belki ama elitlere ayrılan o en öndeki yerde oturmaya kıyamıyorsun. Haklısın aslında, bir saatlik bir yolculuk için değer mi o kadar para vermeye?
Ben ne zenginler, zenginlikler gördüm, bilir misin? Daha kimselerde tekne yokken, Bebek’ten Gebze’ye guletle gidenini; insanlar daha dupleksle tanışmamışken, Ulus yamacında alabildiğine deniz manzaralı kadrupleks (dört katlı) villada, manzaraya karşı kaşıkla havyar yiyenini; Bodrum daha sadece Halikarnas Balıkçısı ile aynı cümlede anılırken, her hafta sonunu orada geçirenleri; yayla gibi Amerikan arabalarını altı ayda bir değiştirenleri; büyük dramların geçtiği yalılarda ödünç hayatlar yaşayanları; yurt dışına dört yılda bir çıkılırken (ne acayip bir dönemdi o!) işçi annesi ayağına, sırtında vizon kürkle her ay yurt dışında gidenleri...”Daha neler, neler. Ama ne demişler, filden büyük gergedan. İşçi annesinin aslında yurt dışında okuyan evlâdı, kendilerine denk sandığı bir ailenin kızıyla evlendi ve gelini öğrenci evine yaşamaya götürdü. Bunu gören kaynana masanın üstüne on bin dolar fırlattı ve “Alın bunu da adam gibi yaşayın,” dedi. Nasıl? On bin dolar dediğim, bugünkü on bin dolar değil, bir konteyner kimyasal ithal edilirdi o paraya.
Hepsi bitti. Gün geldi, ufak bir hata ve elimizin altındaki sabit telefonlarla elektrikli daktilolar bile haciz memurları tarafından çekilip alındı.
Ben zenginim biliyor musunuz? Hayallerim var bir kere. Dileklerim, planlarım var. Umut ve beklentilerim var. Yazılmamış yazılarım, okunmamış kitaplarım, açılmamış mektuplarım var (mektubun modası geçti ya, daha almadığım güzel haberler diyeyim). İşlenmemiş nakışlarım, oynanmamış oyunlarım (gecenin bir saati, bilgisayarda hidden object ve match-3 oynama delisiyim, kafayı iyi çalıştırıyor, dikkati diri tutuyor) var. Yapılmayı bekleyen çevirilerim var. Tanıyacağım yeni insanlar, göreceğim ülkeler var. Aşem ömür verirse tabii. Hele sağlık ve huzur da bahşederse, benden zengini yok bu dünyada.
İnsanoğlu hayatta her şeyi kendi başardığını sanır ama üç şeyi Tanrı verir: Kişinin ömrünü, sahip olacağı çocukları ve geçimini. Dolayısıyla biz istediğimiz kadar kendimizi kandıralım para kazanıyoruz diye, o parayı veren ne müşteridir, ne de patron. Para ve bereket, Aşem’den bizi sınama aracı olarak gelir. Sahip olduğumuzu sandığımız para, mal, mülk, ne varsa bizim değildir aslında. Biz emanetçiyiz. Sınavımız ise, varlığımızı, ihtiyacı olanlarla ne şekilde paylaşacağımızdır.
Zenginlik kötü değildir, aksine; Tanrı’nın insanoğlundan beklediği şekilde, hayırseverlikle kullanılan varlık, toplumun gelişmesini sağlar ve gerektiğinde hayat kurtarır. Kötü olan, insanın değerini ölçerken (sanki haddimizmiş gibi) terazi kefelerinden birine parayı koymaktır.
Talmud’un Pirke Avot (Ataların Öğretileri) bölümü şöyle yazar: “Kim zengindir? Elindeki ile yetinmesini bilen” (4:1).
Gönlünüz hep zengin olsun, sevgili okurlar.