Yazı yazmanın en büyük keyfi yazının yayınlandığı mecraya göre okurlardan, takipçilerden veya bir okulda iseniz öğretmeninizden pozitif geribildirim almak. 37 adlı yazım hakkında yorum yapan maillerini çok sevdiğim bir okuyucum, beni geçtiğimiz hafta e-mailiyle şımarttı; “Cumartesi sabahımı güzel başlattın, teşekkür ederim,” diye sonlanan mail güne mutlu başlamamı sağladı, yatağımın içinde İpad’den gazeteleri okumaya devam ederken, maili hatırlayıp gülümsedim. Birkaç saat sonra ise aynı mail kutusu bana çok acı, algılamakta zorlandığım ve doğru okuduğumdan emin olmak için belki beş kere okuduğum bir mail gösterdi; gazetemizin genç yazarlarından Alp Alkaş’ı kaybettiğimiz yazıyordu.
Alp Alkaş deyince aklıma hep birkaç yıl evvel, o zamanlar editörlüğünü yaptığım Şalomist Dergisi için birlikte hazırladığımız yemek yazısı gelir. Spor yazarları arasında beni belki en az tanıyanlardan biri olmasına rağmen kırmayıp yazıma yardımcı olması, yoğun iş hayatından zaman ayırarak Ramada’nın mutfağında kollarını sıvayıp yemek yapmasını, benim gibi Galatasaray önlüğü takan takımda olmasını hep yüzümde gülümseme ile hatırlayacağım. Kırmızı yanaklarını, çalışkanlığını ve kibarlığını da… Onu tanıyan herkes için tanımak eminim çok güzeldi, gittiği yerde huzur içinde olsun.
***
Yazı yazmak, bazı zamanlar okuyucu için değil sadece kendi gözleriniz için de olmalı. Çocukluğumda bir arkadaşım iki kere günlüğümü okumaya kalkışmış, bir keresinde saç firketesiyle defterin küçük kilidini açmış ama okuduğu ilk sayfada bana yakalanmıştı. O zamanlar bilgisayarlarımıza giren ergen ‘hacker’lar yoktu, çocuklar başka çocukların özel düşüncelerine ulaşmak istediklerinde manüel bir çaba göstermeleri gerekiyordu. Bu yüzdendir ki yetmişli yıllarda doğanların bir kısmı firkete veya ataç ile kilit açma, kredi kartı ile tahta kapıları açma konularında beceriklidir. Ortaokulda günlüğüme ne yazdığımı bu yaşta hiç hatırlamıyorum, ulaşabilecek bir insanın öğrenebileceği en ‘gizli’ bilgi okulda hangi 13 yaşındaki erkeği beğendiğimdir herhalde. O senelerden beri günlük tutmuyorum ancak bilgisayarımda genelde hüzün ve bazen de sevinçli anılarımı yazdığım bir dosyam var. Bazen ayda bir, bazen yılda iki kere yazdığım bu dosya kendi gözlerim için, bu yüzden tüm kızgınlıklarımı, hayal kırıklıklarımı rahatça yazabiliyorum. Bazen gözlerim doluyor ancak yazmayı bitirdiğimde rahatlıyorum. İçimi kimsenin okumayacağını bildiğim dijital bir arkadaşa döküyorum. İnsan, en iyi yazılarını, kimsenin okumayacağını bildiği zaman yazıyor sanırım. Gittiğim bir yazı kursunda öğretmenimiz Franz Kafka’nın Babaya Mektup adlı kitabını örnek göstermişti. Babası Hermann’a yazdığı mektubu hiç yollamadığı ve yayınlanacağını bilmediği için duygu ve düşüncelerini en içten haliyle kâğıda dökmüştü.
Benim için yazı yazmak da bir nevi ilaçsız tedavi. Belki sizde bir gün sıkıntılarınızı kâğıda dökmeyi deneyebilirsiniz. İmla kurallarına dikkat etmeden, sadece duygulara dikkat ederek... İyi gelecektir. Hem yazdığınızı beğenmezseniz de üzülmeyin, sadece sizin gözleriniz için.