Uzun soluklu bir proje: Avrupa Birliği/AB
Dünyanın bu bölgesinde yakın zamanların en uzun soluklu projesi İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntılarından çıkan Avrupa halklarının bir daha savaşmamak için yeni bir örgütlenme arayışına girmeleri ve ortak kültürel miraslarının ekonomik gerçeklerle desteklenerek korunma altına alınması için göstermiş oldukları iradenin meyvesi olan Avrupa Birliğidir.
Avrupa Birliğinin bugünkü ismini alana kadar kaba hatlarıyla Avrupa Kömür Çelik Birliğinden (European Coal and Steel Community (ECSC) Treaty of Paris 18 April 1951 )başlayıp Avrupa Ekonomik Topluluğuna (European Economic Community (EEC) Treaty of Rome of 1957 ), akabinde Avrupa Topluluğuna (European Community/ies (EC)Merger / Brussels Treaty of 1967 )ve nihayet Avrupa Birliği’ne (European Union (EU) Maastricht Treaty of 1993) evrildiğini biliyoruz.
Amaç Toplumlar Avrupası’nı yaratmak
Daha başlangıçtan beri altı çizilen temel husus ulaşılmak istenen nihai hedefin bir Avrupa devletleri birliğinden çok bir Avrupa toplumları birliği olduğuydu. Bu toplumları / halkları birleştiren veya birleştirecek olan çimento ise tarih boyunca geliştirmiş oldukları ortak kültürün damıtılmış hali olan ortak değerleriydi.
Avrupa Kültürü’nü oluşturan ortak değerler
Pekiyi, bu ortak değerler hangileriydi? Kronolojik sıraya göre gidersek sanatları ve felsefeyi miras bırakan Antik Yunan kültürü, Hukuku, şehirciliği ve yönetim bilimini miras bırakan Roma kültürü, Roma sayesinde Akdeniz havzasını ve Avrupa kıtasını etki altına alan tek tanrılı Yahudi/Hıristiyan kültürü, Rönesans ve Reform hareketlerinin getirdiği aydınlanma ile taçlanan Endüstri Devrimi ve Kapitalizmin getirdiği çağdaş yaşam, toplumsal yaşama ilişkin hakkaniyet, adalet ve katılımcılık taleplerinin neticesi olan muhtelif ‘izm’ler ve demokrasi deneyimlerini saymak mümkündür.
Kültürler Arası Diyalog’da nereden çıktı?
Pekiyi Kültürler Arası Diyalog konusu niye bu kadar güncel ve önemli? Bu diyalogun gerekliliğinin ikinci Dünya Savaşı ertesi ekonomik patlama yapan ama bu yeni durum için yeterli işgücüne sahip olmayan Batı Avrupa devletlerinin önceleri geçici olduğunu düşündükleri “Misafir İşçiler”in KALICI hale gelmeleri ve misafir edildikleri toplumlara uyum sağlayamamaları neticesinde yaşanmaya başlanan sürtüşmelerin stratejik önem kazanması ile ortaya çıktığını söylemek mümkündür.
Durum tespiti
Doğu Avrupa’yı ‘Batı’sından ayıran ve demir bir perde ile gerisinde tutan SSCB kontrolündeki Komünizm olgusu gerekli iş gücünün Avrupa’dan sağlamasını engellerken, İngiltere, Fransa ve Belçika için özellikle eski kolonilerinden; kolonileri olmayan Almanya ve diğer devletlerin de bu ihtiyaçlarını özellikle Türkiye’den sağlamalarının yolunu açtı. Pakistan, Hindistan, Cezayir, Tunus, Fas, Vietnam, Türkiye ve Orta Afrika kökenli misafir işçiler Avrupa’nın işgücü açlığını giderirken onları misafir eden toplumlara kimlik kaybı olarak niteleyebileceğimiz terimiyle, asimile olmamak bir yana onlarla bir uyum (entegrasyon) bile sağlayamadılar. Nüfus artışını cesaretlendirmek isteyen Avrupa devletlerinin çocuk yardımı adı altında ailelere vermiş oldukları sübvansiyonlar zaten çok çocuklu olan misafir işçileri daha çok çocuk yapmaya cesaretlendirince Avrupa kıtasına olan ekonomik göç ivme kazandı. Batı Avrupa ülkelerinin şehirleri farklı fiziksel özelliklere sahip farklı yaşam ve giyinme tarzlarıyla göze batan farklı dinlere ve özellikle İslam dinine sahip topluluklarla doldu. Misafir eden toplumlar ve misafirleri arasındaki farklılıkların sebep olduğu sürtüşmeler Avrupa kıtasında ırkçılığa varan ciddi bir yabancı düşmanlığı olgusu doğurdu.
Medeniyetler Çatışması
Günümüz Avrupa’sındaki mevcut durumu Sosyoloji biliminin ceddi olarak nitelendirebileceğimiz Endülüs kökenli Tunus doğumlu Ibn Haldun’un ( 1332-1406) yazdığı tarihe giriş mahiyetindeki Mukaddime adlı eserindeki medeniyet teorisi bağlamında değerlendirenlerin mevcudiyeti bir vakıa. İbn Haldun, tarihi, iç dayanışması çok güçlü, kaybedecek fazla bir şeyi olmayan göçebe toplumların kendilerinden daha yüksek bir medeniyet düzeyine sahip yerleşik, zengin, çok kültürlü (multi cultural), zevk-ü sefaya dalmış ve dolayısıyla savunma güdüsünü kaybetmiş toplumları fethettikleri ve sonra onlar gibi oldukları bir döngü olarak nitelendiriyor.1
Avrupalıların bu korkularının yersiz olup olmadığı tartışılabilirse de söz konusu korkunun mevcudiyeti yadsınamaz.
Modern zamanlardaysa Arnold J. Toynbee, Bernard Lewis ve Samuel Huntington gibi tarihçilerin benzer şeyler söylediklerini görüyoruz:
Arnold Toynbee, tarihi ulus-devletler veya etnik grupların değil medeniyetlerin yükselişi ve çöküşü bağlamında mütalaa ediyor. Yani kullandığı kıstas milli değil kültürel. Dolayısıyla Batı Medeniyeti’ni, Batı Roma İmparatorluğunun çöküşünden (M.S. 476) itibaren ortaya çıkan bütün ulusların oluşturduğu bir medeniyet olarak görüyor. Medeniyetler birer birim olarak incelendiklerinde bunların karşılaştıkları yaşamsal tehditlere verebildikleri tepkinin başarısı oranında varlıklarını sürdürüp sürdürememeleri söz konusudur. Toynbee, medeniyetlerin katledilmelerinden çok intihar ettikleri tespitini yapıyor. Yani, aslında güçlü olması gereken yapıların beceriksizlikleri yüzünden daha güçsüz ama motive ve kararlı güruhlar tarafından yıkılabildiklerine işaret ediyor. 2
Tarihçi Bernard Lewis ise Müslüman toplumların Batı Medeniyeti ile etkileşim içine girdikten sonra geliştirdikleri radikalleşmenin sebeplerine odaklanıyor: Başlangıçta, Müslümanların Batı medeniyetine olan yaklaşımları hayranlık ve taklit isteği şeklinde ortaya çıkmıştı. ... Günümüzdeyse bu duyguların yerlerini düşmanlık ve inkâra bıraktığını; geçmişi şanlı bir medeniyetin çocukları olarak Batı ile rekabet edememenin ezikliğinin bu ilişkilere hâkim olduğunu; ... Radikalleşmiş kesimlerin ise başlıca iki düşmanının laiklik ve çağdaşlık olduğunu müşahede ediyoruz. Bu olgunun hükümet siyasetlerinin çerçevesini aşkın (transcending) bir duruma işaret ettiğini ve bir Medeniyetler Çatışması’ndan aşağı kalır yeri olmadığını teslim etmek gerekir. Bu belki de mantıksız tepkinin, kadim rakip Yahudi-Hıristiyan medeniyetinin laik bir görünümle dünyaya yayılmış şekliyle ortaya çıkmış olmasına bağlamak mümkündür. Bizlere düşen ise kışkırtmaya gelmeyip benzer mantıksız bir tutum takınmaktan sakınmak olmalıdır.3
Samuel Huntington’a gelince, hipotezi, gelecekteki çatışmaların birincil kaynağının ideolojik (rejimsel) veya ekonomik olmayacağı; medeniyeti bölecek olan unsurun kültürel kaynaklı olacağı merkezinde. Ulus-devletler dünya meselelerinde en güçlü aktörler olmaya devam edecekler, ancak, küresel ölçekte başlıca çatışmalar farklı medeniyetlerin mensubu uluslar arasında yaşanacak. Medeniyetler arasındaki savaş uluslararası politikayı belirleyecek. 4
Günümüz değerleri çerçevesinde asimilasyon, yani misafir edilen toplumlara kimlik kaybı dayatılması kabul edilemez. Diğer yandan, bu toplumların her birinin kendi özgün değerlerini muhafaza etmeleri kaydıyla geniş toplum ile uyum içinde yaşamasına entegrasyon deniyor.
Bu korkunç kehanetlerin gerçekleşmesi önlenebilir mi?
Belki! Bir çare, korktuklarından, savunmaya geçen Batı medeniyetindeki muhafazakâr unsurların rahatlatılmasını sağlayacak kültürel önlemlerin alınarak misafir kabul edilen toplulukların yeni ülkelerindeki entegrasyonunun sağlanması ve bu amaca yönelik yapılması gerekenlerin bu toplulukların geldikleri ülkelerin katkılarıyla yapılması olabilir.
Medeniyetler / Kültürler Arası Diyalog’un herhalde böyle bir şey olması gerekiyor. Türkiye olarak, Avrupa Birliği’ne katılma projesinin takipçisi olmamız işte bu yüzden çok önemli.
1 Caroline Stone, Ibn Khaldun and The Rise and Fall of Empires, in
http://www.saudiaramcoworld.com/issue/200605/ibn.khaldun.and.the.rise.and.fall.of.empires.htm
2 Arnold J. Toynbee in New World Encyclopedia http://www.newworldencyclopedia.org/entry/Arnold_J._Toynbee
3 Bernard Lewis, The Roots of Muslim Rage, Atlantic Monthly, September 1990, in http://f.hypotheses.org/wp-content/blogs.dir/166/files/2009/12/The-Atlantic-Online-_-September-1990-_-The-Roots-of-Muslim-Rage-_-Bernard-Lewis.pdf
4 Samuel P. Huntington, “The Clash of Civilizations,” Foreign Affairs, Summer 1993, 22-49