Küçükken ne çok severdik masal dinlemeyi! Dişimize göre bulduğumuz herkesi esir alır, bana masal anlat diye tuttururduk. O iyi kalpli büyüklerimiz de ellerine bir kitap alıp bize masal okur ya da ezberden, dilleri döndüğünce anlatırdı. Ne kaldı peki aklımızda? Bir düşünelim isterseniz.
Upuzun saçlarını pencereden sarkıtarak sevgilisini gizlice odasına alan Rapunzel mesela. Ne güzel bir ahlak dersi! Üvey annesi olan kraliçenin ‘elma marifetiyle’ öldürmeye çalıştığı, kaçayım derken tam yedi erkeğin (cüce kabul ama erkek işte) yaşadığı eve sığınan, yine de kraliçenin şerrinden kurtulmayı başaramayan Pamuk Prenses. Hasta büyükannesine sıcak çorba götürürken kurda yem olan kırmızı başlıklı kız... “Kulakların niye o kadar büyük, nineciğim?” “Seni daha iyi duymak için yavrucuğum.” “Dişlerin niye o kadar büyük nineciğim?” “Seni daha iyi yemek için yavrucuğum.” Sonra ham! Gitti kızcağız. Hem de kırmızı başlığı ile birlikte. Tevekkelli değil, küçükken yaşadığımız evin uzun koridorunda geceleri kurt dolaşıyor diye korkar, mecbur olmadıkça tek başıma yatak odasına gitmez, olur da gidersem, salona geri dönünceye kadar arkama bakmadan koşardım.
Öpülen ve hemen ardından yakışıklı prense dönüşen kurbağalar, ‘uyuyan güzel’i öperek uyandıran yakışıklı prens, beyaz ata binmiş gelen prens, elinde ayakkabı, sahibini arayan prens... İlle de prens. Ata dönüşen fareler, görkemli hanedan arabasına dönüşen kabak, kristal ayakkabıya dönüşen tabanı delik terlikler... Ama ille de kötü kalpli üvey anne ve kız kardeşler!
Çirkinler kötüdür, güzeller iyi. Kraliyet mensupları iyidir, halktan olanlar salaktır. Ola ki halktan birine âşık olursa prens ya da prenses, o kişi aslında asildir ama kaçırılmış ve köyde büyütülmüştür. Öyle asildir ki, yedi kat şiltenin altına bir bezelye tanesi koysanız, uyuyamaz o bezelye tanesinin verdiği rahatsızlıktan ötürü. Üvey anneler kötü, prensler yakışıklı, prensesler güzeldir. Yakışıklı ve güzel olanlar aynı zamanda iyi kalplidir tabii. Ayrıca çok da zengindirler. Cadılar vardır bir de; çirkinler kötüdür kuralını bozmazlar. Kedileri ve kargaları vardır. İkisi de kapkaradır. Yüzlerinde ne kadar et beni varsa, o kadar çirkin ve kötüdürler. Süpürgelerinin sapına binip uçarlar. Bunun nesi kötü, bilemeyeceğim. Gayet ekonomik ve pratik bir yolculuk yöntemi.
Nasıl hasta bir ruhun ürünüdür bu masallar? Küçücük tazecik beyinlere bu çarpık fikirleri neden aşıladılar? Neden nesillerdir beyaz atlı prensi bekler kızlar? O eskidendi demeyin, ne olur! Hayat arkadaşını sanal ortamda arayanlar, tıpkı masallardaki üvey anne entrikalarına benzer tuzaklara düşmüyor mu? Evlilik programlarına çıkanların, kelimenin anlamını bile bilmeden sıraladığı kriterleri (krater diyen de oluyor bu arada) duymadınız mı hiç? Beni ayıpladınız şimdi! “Sen evlilik programı mı seyrediyorsun?” diye soruyorsunuz kaşlarınızı çatarak. Gereğinden çok uzun saatler boyunca televizyon seyrettiğimi yazmıştım daha önce. Bilgisayar hemen önümdeki sehpanın üzerinde, elimde nakış, karşımda televizyon. Aynı anda birkaç iş birden yapma yeteneği, Aşem’in bana çok değerli bir armağanıdır.
Bazı kitapların ismini sıraladıktan sonra, hiçbirini okumadığımı duyanlar şaşırır. Vaktim yok desem, koskoca bir yalan olur. İnsan arzu ettiği şeyleri yapmak için vakit bulmaz, yaratır. Okuma kontenjanımı kitap tercüme ederken doldurduğumu düşünüyorum. Bu aralar günde üç saat çeviri yapıyorum. Üstüne, gazeteye ayda üç yazı, Şalom Dergi’ye ayda bir yazı... Hayal gücümü besleyebilmek için hayatın içinde olmalı ama başka yazarlardan etkilenmemeliyim. Sürekli ilginç fikir ve sözcükler duymalıyım. Çoğunluk gibi belgesel izlediğim de olur (malum, kimse sorsanız belgesel izler) ama nadiren. Daha çok dizilere takılırım. Ardından tartışma programları; hem de ‘zap yaparken’ durmayı hiç düşünemeyeceğiniz kanallarda.
Masallardaki cadı-üvey anne karışımı kadınlara geri dönecek olursak, bu ilginç yaratıklardan fazlaca etkilenen bir yakınım, “Ben büyüyünce üvey anne, hem de çok kötü bir üvey anne olacağım!” deyip dururdu. Tanrı tam gönlüne göre verdi ve on yaşında bir oğlu olan bir adamla evlendi. İşin tuhafı şu ki, dünyanın en iyi üvey annesi oldu. Öz annesinin hiç ilgilemediği o çocuk hasta iken başında bekledi; derslerine yardım etti; gittiği her yere yanında götürdü; kendi doğurduğu kız bebeği, henüz on dört yaşında olan oğlanın eline teslim etti; kardeşler arasındaki hiçbir kavgaya karışmadı; oğlan, babasına söylemediğini şeyleri üvey annesine söyledi; üvey anne, baba oğul arasındaki kuşak çatışmalarında tampon görevi gördü ve küçük oğlan çocuğu böylece otuz yaşına geldi. Nişanlandığı gün törene misafir gibi gelen öz annesini değil, üvey annesini dansa kaldırması, yakınımın bütün zahmetlerine değdi sanırım.
Masallara inanmayın, masalsız da kalmayın diyeceğim ama dünyayı tozpembe görüp, hayatı peri masalı sananlar varken, sözlerim saçma kalacak. Mutlu olun demek en iyisi galiba.