Sebeb-i hayatım bana her fırsatta ve de har daim, uzun uçuşlardan hoşlanmadığını hatta uçaktan hoşlanmadığını ve dahi oldukça ‘tırstığını’ her fırsatta söyler. Bayramlarda, tatillerde İstanbul’un boşaldığını ve İstanbul’un bu ‘boş’ halini çok sevdiğini söyler durur. Sebeb-i hayatım; sen ne dedin de ben yapmadım? Seni kıracağıma kafamı kırarım...
Bayramda yaklaşık sekiz ay önce başladığım yoğun çalışmalar sonrasında hedefimi-zi- tam eşimin istediği bir şekilde belirledim: Meksika & Küba. Neden? Değil mi ki eşlerin en iyisi benden bir ricada bulunmuş; “Kısa uçalım ve hatta mümkünse hiç uçmayalım” diye. Ne yani kafamı mı kırsaydım? Ya ‘Kiribati’ çıksaydı dönen küreye parmak bastığımda! Ne olurdu halimiz?
Üzerine kuma almayacağım tek hava yolu THY’dir. Onun uçmadığı ender destinasyonlardan biri olan Meksika ya mecburen ‘eyr frans’ ile uçtuk. -Ahhh şu Fransızlar - Önce Pariz sonra Meksiko. Akşamdan valicaları hazırladık. Acaba çok mu doldurduk? Kontuarda ufak bir gıcık durum beni rahatsız eder. Evdeki terazi dosya kâğıdı inceliğinde olduğundan üzerine valiz koyup tartamıyorum. Valiz elimdeyken birlikte toplam ağırlığımız 120 kiloyu çoktaan geçeceğinden ve bu ağırlığı ev terazisi ile değil ancak bir kantar ile ölçmemiz gerekeceğinden başka bir metot bulmamız gerekti. Ben möhendizim; çare üretmek görevim. Şu şekilde; ağırlıkları birbirinin 3 misli olan 2 mum, 1 ay fon (2012 model )ve de atmaya kıyamadığımız ama çalışmayan 3 eski printer yardımı ile 5 kez tartı yaparak bulduk. Sonuç: strikt olan ‘eyr frans’ limitlerine çok yakın... 16 ti-şört, 5 şort biraz abartılımı oldu? Hem sonra oradan da almazsak olmaz ve fakat gereksizliği tartışılmaz olan bir dolu; tahta idi, oyma idi, kolye idi, bilezik idi, manyet almak durumundayız pek tabiî ki. Neme lazım. En iyisi bir çorap eksilteyim.
Duşumu alıp yatalı henüz bir saat olmuştu ki; telefonum tüm şirinliği ile alarmını çaldırdı. Uykusuzluğun verdiği tüm lanetlik ile kalktım. Efendim, ben tedbirli insanım alana erkenden gitmeyi severim. Sel olur, Katerina gelir, kuş uçar, kelebek konar; gecikiriz neme lazım. Ailem ise benim paranoyak olduğumu aslında her şeyin normal gideceğini söyler durur. Sonunda bana göre çok gecikmiş, onlara göre çok erken bir saatte vardık alana. Güvenlikte kemerimi çıkartmak zorunda kalmak hoşuma gitmese de mecburen uyduk kurallara. Evet, biraz bekleştik ama bayram öncesi ‘ovır buk’ olur, kuyruk olur, benim yerimi başkasına verirler, felan…
Uçaktayım, bütün Türkiye uçakta; sanırsınız bu konuda fetva verilmiş, sanırım bu bayramda bir yerlere gitmek mecburi. Sebeb-i hayatım kısa uçuş olacağı için mutlu gözler ile bana bakıyor. Önce 3,5 sonra 5 saat bekleme sonra 10 saat daha. Üst üste koysan bir gün bile tutmuyor. “Kabin kru-kros çek” İndik Parize. Kruasanımı yedim, kahvemi içtim, transit salonunun koltuklarında hafifçe uyukladım. Heves edip yeni aldığım at nalı seklindeki uçak yastıkları boynumda hava atıyorum etrafa. Hesapta ikinci uçuşta uyuyacağım. Bana takılan 16 kişilik klan ekibim ile birlikte uçaktayız. Hepimizin yüzünde bir sevinç bir heyecan; yeni bir maceraya doğru yelken açıyoruz (filmlerde, romanlarda bu cümle kullanıldığı zaman çok hoşuma gider, güzel bir his kaplar içimi, ben de bir kullanayım dedim). Bu düşünceler ile ‘önceden planlanmış ‘ bir şekilde tüm gurup koridor ‘siit’ lerimize yerleşmeye başlıyoruz. Yüzümdeki ‘maceralara yelken açma’ gülümsemesi, uzaktan algılama sistemlerim sayesinde fark ettiğim; ana, kız, biri 2 diğeri 5 yaşındaki iki çocuk ve bir adet babadan oluşan aile görüntüsü ile yüzümde dona kaldı... Yaklaşıyorlar, bir ellerindeki kâğıda bir de baş üstü dolaplarının kenarındaki numaralara bakıyorlar. Hadi artık oturun bir yere ama hayır bana doğru ısrar ile ilerliyorlar. ‘Mörfiz rul’ düşünebiliyor musunuz, 500 kişilik uçaktaki iki çocuk benim yanımdan başka nereye oturabilir ki? Aslında çocuklara acaaip sevgim ve sempatim var ama uçakta ve yanımda ağlarken değil. Sonuçta şans klan üyelerimizden ‘bakteriya’ ya güldü. At nalı yastığı en rahat pozisyona göre yerleştirirken, kapanmakta olan göz kapaklarımın arasından; yüzünde kocaman bir gülümseme ile çaresizce çocuklar ile sempatik ilişkiler kurmaya çalıştığını hatırlıyorum... Annesinin kucağına iken babası, babasında iken annesinin kucağını isteyen iki yaşındaki ‘velet-i zatın’ bir o yana bir bu yana transferini yerine getirmekteydi ... Uyumuşum ... Uykulu gözlerle döndüm rüyamda...
Meksika’dayız; karamba-karambita, siesta, acisso ülkesinde. Yola çıktığımızda gecenin bir yarısıydı şimdi de aksam yemeği saati. Otobüsteyiz... Rehberimiz ‘Milta’ , gençten, enerjik, fıkır fıkır, gençten sevimli bir hanfendi. Kendisi günde 20.000 kelime kullanma kapasitesine sahip ve anladığım kadarı ile bugün için kullanılmamış 18.000 kelimesi daha var. Bize yönelik cömertçe kullanıyor; anlatıyor da anlatıyor. Zaten “kavesa duman”. Az dur yahu, kaçmıyoruz ya, bi yemek yiyelim, bi uyuyalım, bi kendimize gelelim. O gece, kaldığımız otelin lokantasında bizlere katılan Aysberg’lerin çocukları ile birlikte çocuklardan birinin önümüzdeki günler boyunca, her yemekte sürecek olan ‘epi böf dey tu yuuuuu’ törenlerinin ilkini gerçekleştirerek sonlandırdık. Sıkıntıdan patladığın ama ayıp olmasın diye eve dönemediğin Bar-mitzva davetleri misali, pastadan sonra herkes: nice seneler, ayyy ne kadar sevindik, filan ve de falan diyerek doğum günü ailesini masada ellerinde ‘le haim’ bardakları, havada bir şekilde bırakarak ertesi gün yeni maceralara yelken açmak (ayyy yine kullandım, dedim ya bu macera - yelken meselesi çok hoşuma gidiyor ) üzere yastığa beş kala uyumaya başladık...
Şimdi siz de benimle birlikte Meksiko maceralarına yelken açmak istiyorsanız ( bak yine kullandım... Çok iyi geliyor yaaa ) beni izlemeye devam edin. Pişman olmazsınız. Unutmayın yazacaklarımı hiç bir kitap hiç bir kaynak yazmaz...
O zamana kadar; sevgiyle kalın...
Not: Sebeb-i hayatım bir dahaki seyahatimiz Avustralya ... Hani benden duymuş olma ama ...