Çok okuyan bir arkadaşım “Ben yazarın soyunmasını isterim” demişti bir gün. Şaşırmıştım açıkçası; birkaç nedenden ötürü. Birincisi her yazar, otobiyografisini yazmaz. Ayrıca her otobiyografisini yazan, mahremiyet duygusunu yitirecek kadar açılmaz. Yazarın da kendine saklaması gerekenler vardır. Hâlâ yüzü kızarabiliyorsa eğer, röntgencilikten hoşlanan okurların iştahla beklediklerini vermez.
Röntgencilikten hoşlanan dedim, evet. Yazarın soyunmasını arzu eden kişinin, anahtar deliğinden gözetleyenden farkı var mı? Bence yok.
Yazıya, züccaciye dükkânına dalan fil misali, haldır huldur girdiğimin farkındayım, sevgili okurlar. Oysa okulda ne öğretmişlerdi? Bir yazının giriş bölümü, ardından gelişme ve en nihayet sonuç bölümü olmalıdır. O halde baştan alalım.
Yazacağım diye masa başına oturan kişi, çoğu zaman hayal ettiklerini kâğıda döker. Gerçek olmayan kişilerin başlarından geçen ama bu dünyada gerçekleşmesi mümkün olmayan olayları -örneğin Yüzüklerin Efendisi ya da Harry Potter serileri- yazabildiği gibi, sıradan ama bire bir gerçek olmayan olayları da kaleme alabilir. Bu kişiye romancı denir.
Başarılar veya sıra dışı olaylarla dolu bir yaşamı unutulmaz kılmak için kaleme sarılanlar, biyografi yazarlarıdır. Eğer kendi hayatlarını yayımlanmaya ve okunmaya değer bulmuşlar ve o zahmete katlanmışlarsa, otobiyografi yazarı unvanını hak etmişler demektir.
Bir de upuzun bir metin yazmak yerine parçalara bölmeyi, arada soluklanarak kısa kısa anlatmayı tercih edenler vardır ki, yaptıkları işe öykü yazarlığı denir.
Gerçek kişilerin başından geçen gerçek olaylar zincirinin arkasındaki ve arasındaki boşlukları hayal güçleri ile doldurmak için yazanlar (ve çoğu zaman malzeme olarak kullandıkları kişinin yakınlarıyla mahkemelik olanlar) benim ilgi alanıma girmez, o bakımdan onları hiçbir sınıfa dâhil etmiyorum.
Bu arada, hayal ürünü kitapları okumayı gereksiz bulup reddedenlere sonsuz saygılar sunuyor ancak aynı saygıyı, yazdığı her bir sözcüğü düş dünyasının derinliklerinden bulup çıkaranlara göstermelerini diliyorum.
Acemi yazarın da, okurun da şöyle bir yanılgısı vardır. Kitabın türü roman veya öykü de olsa, metinde anlatılanlar gerçektir, olayın kahramanı yazarın kendisidir ve yazar, normalde en yakınlarına bile anlatmaktan çekineceği birtakım sırlarını, sayısının on binleri bulacağını umut ettiği okurlarına ifşa etmeye can atmaktadır. Ar ve edep duygularını kaybedip başlarından geçen pespayelikleri allaya pullaya yazanlar yok değildir aslında. İşte buna ‘yazarın soyunması’ diyorlar.
Bana emanet edilen bu değerli köşenin tamamını, yazarın soyunmasına ayıracak değilim, sevgili okurlar. Asıl konum, magazin ve sanal âlemde teşhircilik yapanlarla onları takip edenler. İtiraf ediyorum ki, çok ‘tivi’ seyretmek dışında, magazin basınını izlemek gibi kötü bir huyum da var. Neden diye soracak olursanız, Sayın İshak Alaton’un bir zamanlar dediği gibi, sosyete kavramını ‘hoş ve boş’ buluyorum’ da ondan. Büyük iş insanı (kadınlara haksızlık etmek olmaz, erkekleri de işin içine katmak gerekir) diye geçinenlerin, koltuklarına bilmem kaç karpuzu nasıl sığdırdığını merak ediyorum. Düzenli sporu, her türlü kişisel bakımlarını, estetiklerini, defileleri, müzayedeleri, tanıtımları (lansman mı deseydim acaba?), süslü salatalarla geçiştirilen öğle yemeklerini, seyahatleri, konserleri ve her gece birkaç daveti nasıl kotardıklarını aklım almıyor. Hangi dergiyi açsanız, karşınızda aynı kişiler ama farklı giysiler. Can buna nasıl dayanır? Hele yoga yapıyorum ‘ayağına’ ortaya serilmemiş hiçbir vücut hattı kalmayanlara ne demeli? Anladık, kendi ölçeklerine göre başarılılar da... Yatakta kadın kadına poz vermek niye? Saygın konumdaki bir kişi, (kendi mahallesini anladık da) iş yaptırdığı esnafın veya müstahdemin, bikinili suretini bir dergi kapağında görerek vücudunun her karışını ezberlemesini ister mi gerçekten? Bırakın yüksek konumu, sıradan bir kadın böyle bir şey ister mi?
Bağnazlık peşinde değilim. Mesele, kişinin mahremiyetini koruması ve daha önemlisi, korumayı gerçekten istemesi.
Mahremiyetini korumak isteyen kişi, her yaptığını sosyal paylaşım sitelerinde duyurur mu? Sosyal paylaşım demişken... Bu iki sözcük birlikte yardımseverliği ne çok çağrıştırıyor değil mi? Sosyal, paylaşmak... Hâlbuki gayet asil amaçlara hizmet edebilecek bu ağlar, çoğu zaman kişi tarafından kendini bencilce sergilemek için kullanılıyor. İnsan özlü sözler diyerekten, internet çöplüğünden her çıkardığını, akıl süzgecinden bile geçirmeden yayımlar mı? Her lafa sazan gibi atlar mı? Tevazu hak getire. Her kıyafet değiştirdiğinde, profilini yeniler mi? Kişisel kavgalarını sayfasına taşır mı? En yakınlarının özel günlerini, herkesin okuyabileceği şekilde kutlar mı?
Yukarıdaki soruların hepsinin cevabı, maalesef evet. İnsan bütün bunları yapıyor çünkü ne kadar popüler ve sevilen bir kişi olduğunu dünya âleme göstermek istiyor. Bak, yüzlerce arkadaşım var. Bak, doğum günümde beni kaç kişi kutladı. Bak, seyahat ediyorum. Bak kiminle birlikteyim. Gördün mü, artık yalnızım, bana yazabilirsin.
Bir tanıdığımın oğlu, yirmili yaşlarının sonlarında genç bir adam, bir pazar akşamı kız kardeşinin nişan töreninde çekilen fotoğrafları paylaştı. Fotoğrafların birinde, aynı işyerinde ama ayrı departmanlarda çalışan kız arkadaşıyla samimi bir poz vermiş. Adam pazartesi sabahı işsiz! Neden mi? Çalıştığı yabancı şirket, ayrı departmanlarda bile olsa, iki elemanının birlikteliğini kabul etmiyor. İkisinden biri işi bırakmak zorunda. Adam, erkekliğe laf söyletmek istemiyor ve işten ayrılan o oluyor. Ne kadar gereksiz, değil mi?
Nasıl izlendiğimizi bir bilseniz! Bir işyerine başvuruda bulunduğunuz an, potansiyel işveren (bunun tersi de geçerli, iş arayan kişi) sizi önce sosyal paylaşım sitelerinde arıyor. Grup yazışmalarınıza engel koymadıysanız, kişisel neyiniz varsa öğreniyor ve bildiklerini size göğsünü gere gere anlatıyor.
Küçükken sık duyduğum Fransızca biz atasözü vardı: Pour vivre heureux, vivons cachés. Mutlu yaşamak için, gizli yaşayalım. Gizli derken kastedilen saklanmak değil tabii, ortalıkta fazla görünmemek. Biliyorum, günümüzde gizli yaşamayı kimse istemiyor. Oysa reklamın kötüsü olmaz, “hakkımda konuşsunlar da, ne dedikleri önemli değil” mantığı hüküm sürdükçe, magazinle (ondan pek farklı olmayan sosyal paylaşım siteleri) röntgencilik revaçta olacaktır.
Biz kendi mahremiyetimize saygı göstermezsek, başkaları niye göstersin, di mi ama?