(...) “Adamın parası var mı? İşi iyi mi? Nerede yaşıyor? Sosyal hayatı kimlerle çevrelenmiş? İstediğim hayatı yaşatacak mı? İstediklerimi alabilecek mi? Yaşı bana uygun mu?” (...)
Geçenlerde Türkiye’yi ve Türkleri çok iyi tanıyan yurtdışından bir danışanım ile ilişkiler üzerine sohbet ederken bana Türk kadınlarının ilişkilerde Avrupalı kadınlardan çok farklı olduğunu gözlemlediğini söyledi. Türk kadınları kalıpların içinde ilişkiler yaşıyor dedi. Onların ilişkide ilk baktıkları “Adamın parası var mı? İşi iyi mi? Nerede yaşıyor? Sosyal hayatı kimlerle çevrelenmiş? İstediğim hayatı yaşatacak mı? İstediklerimi alabilecek mi? Yaşı bana uygun mu?” gibi kriterler olduğunu belirtti. Avrupa’da ise kadınlar bütün bu beklentilerden farklı yaklaşırlar ilişkilere dedi. Çok zengin ve işinde çok başarılı bir kadın pizzacıda garsonluk yapan ve kendinden küçük bir erkekle eğer ona çekilir ise evlenebilir dedi.
Genelleme yapmayı doğru bulmasam da söylediklerine katılıyorum müşterimin. Bizler ‘Ben ne hissediyorum?’ üzerine değil de , ‘Ne olmalı?’ üzerine yetiştirilen nesilleriz. Yani bir ilişkiye başlarken ‘ben ne hissediyorum’ u sorgulayacağımıza, daha çok ‘bu adam benim, zihnimin istediği gereklilikleri yerine getirebilir mi?’ yi sorguluyoruz. Ve çoğu zaman da zihnimizdekiler bize başkalarının öğrettikleri oluyor; “Aman evladım iyi işi olsun; sana rahat hayat yaşatsın; yaşı senden büyük olsun(kadın çabuk yıpranır, adam büyük olursa fark görünmez !) ; aynı din, dil, renk, ırk, eğitim seviyesinden olsun /davul dengi dengine çalar; sonra çok üzülürsün lafları kulaklarımızda çınlıyor… Her dengi dengine yapılan evlilik mutluluğun garantisi mi? Mantık hayatı kolaylaştırabilir… Peki, ama aşk nerede?
AŞK sönen bir balon gibidir ! Ömrü 3 yıldır! Cicim ayları bitince görürsün neyle karşılaşacağını! mı yoksa?
Peki ya hisler ne olmalı? Kalbin onunla olmak isterken , zihnin olma derse ne yapmalısın?
Geçenlerde yazılarını severek takip ettiğim bir arkadaşımın yazısında evlenmeden önce kendimize üç soru sormamız gerektiğini okudum ve çok hoşuma gitti:
1.Ben bu kişiyle gülebiliyor muyum/eğlenebiliyor muyum?
2.Elimi tuttuğunda ne hissediyorum?
3.Çocuk sahibi olmak istiyor isem , bu kişiyle çocuk yetiştirirken ortak değerlere/ortak düşüncelere sahip miyiz?
Aslında bu kadar basit!
Oysa biz binlerce başka soru soruyoruz kendimize. Aşk, sevgi, kalbimizi ısıtacak, bizi daha iyi yapacak insanı değil, o kişinin sahip olduğu durumu arıyoruz. Ama göz ardı ettiğimiz ise şu: Hiçbir maddi gelir, ev, yat, kat, sosyal statü bize, o kişiyle kahkahalarla gülüp içimizin ısınmasını, sıcak bir sarılışın kalbimizi yumuşatmasını, bize sevgiyle bakan iki gözün yüreğimizi genişletmesini, sağlayamaz. Denklik hayatı kolaylaştırabilir ama içimizi ısıtmayabilir.
Ve her karşımıza gelenle de içimizdeki yargıcın “bu değil, daha iyisi gelecek, ele bunu, yeniye bak” yargılamalarıyla aslında kendimizi yaşamaktan ne kadar alıkoyduğumuzu da eklemek istiyorum. Jorge Bucay ve Silvia Salinas’ın ‘Gözleri Açık Sevmek’ kitabından bir paragrafı paylaşmak istiyorum:
“İnsanın sevdiği kişiyi beklemesi sağlıksızdır demiyorum; ama onu beklememek, o kadar beklediğim şeyi ufukta görünce yüreğimin yerinden fırlayacak gibi atmasını hissetmek, yine de onu beklememek ne kadar güzel olurdu. O zaman yoldan bana doğru gelmekte olandan çok fazla şey ummazdım.
Çünkü beyaz bayrakları, altın işlemeli flamaları ve tüm o cümbüşü beklersem, bayraklar yeşilse ve altın işlemeli flamalar yoksa onu tanıyamayabilirim, onun bana doğru geldiğini kavrayamayabilir ve onu selamlamayabilirim, sonra da gelmediğini sanarak ömrümü ağlayarak tüketirim. Oysaki gelmiştir, ama ben kimin geldiğini fark etmemişimdir .”
Herkesin gönlündekini hayatında fark etmesi dileği ile…
Seneler geçiyor yaşamadan, sevmeden
Bir avuç güven, üç beş garanti adına
Bırak çıksın içinden aşk
İyileştirsin seveni, sevileni
Dünya ışıldayacak sevgiyle
Bulacak kalpler birbirini…