İkinci Dünya Savaşı döneminde milyonlarca Yahudi haksız yere öldürüldü, yakıldı, işkencelerden geçirildi... Yine de yüreklerindeki aşkı, sevgiyi, yaşama tutunma azmini kıramadılar. İşte “Kuşlar Cehennemde de Şarkı Söyler mi?” böyle bir direnmeyi anlatıyor
Aşk bazen insana çılgınlık yaptırır, bazen en umutsuz anlarda bile yüreğinde bir yaşam sevinci yaratır. Sevmenin, âşık olmanın, karşı cinse ilgi duymanın dayanılmaz bir tadı, isteği ve çekiciliği vardır. En kötü koşullarda bile bu duygu insana yaşam sevincini ve mutluluğu tattırır. Ancak bazen de koşullar ve sorunlar aşkın yarım kalmasını sağlar, bu mutluluğu engeller...
Romana konu olan İngiliz asker Horace Jim Greasley 1939’da Almanlara esir düşer, insanlık dışı koşullarda yaşam mücadelesi verir. O ve arkadaşları esir kamplarında açlık, soğuk, dayak ve hakaretlere karşı koymak zorundadır. Horace (bugün 90 yaşlarında) bu romanı yaşlılığı nedeniyle yazamadığı için, kendisi de bir yazar olan Ken Scott’a yazdırır.
Horace çok yönlü bir adamdır. Dayanıklı olmasının yanısıra inatçı, gözü kara, söylediği sözü yerine getiren, biraz çılgın ve çapkın biridir. Bir süre İtfaiyecilik eğitimi almış, doğada gezmeyi seven, otları iyi tanıyan, güçlü bir bünyeye sahiptir. Bütün bunlar onun yararına olacaktır. Polanya’ya esir kampına geldiklerinde askerleri bambaşka bir dünya beklemektedir. “Esirler buldukları her şeyi yiyorlardı. ...Birinin düşürdüğü bir patates dilimi ya da geçen seneki hasattan kalma bir turp arıyorlardı. Çalıların meyvelerini topluyor, bulabildikleri bütün bitkileri yiyorlardı. Yeni ekilmiş bitkilerin köklerini bile. s/79”
Horace’nin berber olması dolayısıyla yanında getirdiği tırnak makası çok işine yarar. Tırnaklarını düzgün keser, olabildiğince ellerini temiz tutar ve böylece bitlerden korunmuş olur. Ayrıca bu meslek nedeniyle kapalı yerde esirleri ve Almanları tıraş etmeye başlar. O kış çok soğuk geçer. Eksi kırk dereceye kadar inen hava sıcaklığı nedeniyle birçok asker hastalanır, bazıları ölür.
‘Fort Eight’ kampı her şeyin başlangıcıdır. Esirler buradaki bir maden ocağında çalıştırılmaktadır. Çıkardıkları mermerler, öldürülen Yahudilerin mezar taşları olarak kullanılmaktadır... Maden ocağının sahibi olan Alman Herr Rauchbach iyi niyetli, sevecen, kibar biridir. Esirlere karşı daima hoşgörülü davranmaktadır. Onların yemeklerinin daha iyi olmalarını bile sağlar. Ancak bunların ardında Herr Rauchbach’ın köklerinde Yahudi olduğunu anlıyoruz.
Horace ve Rosa arasında sıcak bir ilişki doğar, birbirleriyle hemen anlaşırlar ve ardından karşı konulamaz bir duygu ortaya çıkar: Aşk! Roman bundan sonra iki aşığın birbirini görmek için verdiği inanılmaz bir mücadele içinde geçiyor. Her ikisi de birlikte olabilmek adına, öldürülmeyi göze alır ve buldukları her fırsatta aşklarını tazeler. Rosa’nın Yahudi kökenli olduğunu sadece Horace bilmektedir. Ancak bu hiçbir sorun yaratmaz. Aşk her şeyden daha üstün bir duygudur ve iki karşı cins arasında çok güçlü bir bağ kurabilmektedir.
Horace’n Rose olarak ismini İngilizceye çevirdiği genç kadın sevdiği adam uğruna inanılmazı başarır. Kampta gizlice radyo yapmaları için Rose bulduğu uygun parçaları toplar ve getirir. Artık bir esir kampında en olmaz, düşünülemeyecek bir şey gerçekleşir. Esirlerin yatakhanesinde gizlice dinleyebildikleri bir radyoları vardır. Ampülden aldıkları elektrik ile bu radyoyu çalıştırmışlardır. BBC haberleri onların yaşam umudunu yükseltmektedir. Rose’nın yaptıkları bununla sınırlı değildir. Onlara taze sebze ve meyve temin eder. Horace ise sıklıkla birkaç saatliğine kaçtığı kamptan sonra eli kolu dolu döndüğü için arkadaşları tarafından bir kahraman gibi görülmektedir. Rose, Bir kadın olmanın çok daha ötesinde bir cesaret, özgüven ve duyarlılıkla yardımlarını sürdürür. Hemen söyleyelim, radyo haberlerini dinleyen kısıtlı sayıdaki asker bunları sigara kâğıtlarına yazarak arkadaşlarına dağıtırlar. Böylelikle herkesin haberi olur.
Aşk mı, özgürlük mü?
Her şeye karşın özgürlük düşüncesi ile sevdiği kadın arasında bir çelişki yaşayan Horace bir türlü kaçmaya karar veremez. Rose’yı orada bırakmaya gönlü razı değildir. Yalnız kaldıklarında iki genç âşık Yeni Zelanda’da yaşamanın düşlerini kurmaktadır. Orada bir çiftlikleri olacak, çocukları ile mutluluk içinde yaşayacaklardır.
Esir kampındaki koşullar gün geçtikçe kötüleşmektedir: Dayak, açlık, sefalet inanılmaz boyuttadır. Doğayı seven, uzun yürüyüşler yapan Horace için bu durum tam anlamıyla bir felaket gibidir. İngiltere’deki özgür günlerini anımsamaktadır. Rose’a olan sevgisi nedeniyle bu duygularını güçlükle de olsa bastırmaktadır. Horace bu travmayı yine de atlatmayı bilir, sonunda aşk bir kez daha üstün gelmiştir. Roman boyunca ikisinin yaşadığı cinsellik (bizce biraz fazla yansıtılmış diyelim...) hayli çarpıcı bir anlatımla satırlara konu olmaktadır. İkisi arasındaki en ilginç sevişme yeri ise, köydeki bir kilisedir...
Roman tam anlamıyla aşk, güven, ihanet, (c)esaret, savaşın kanlı ve vahşi yüzü üzerine yoğunlaşıyor. İnsanların aç kaldıklarında, çaresiz olduklarında neler yapabileceklerini görüyorsunuz. Bir dilim ekmek için arkadaşlarını ihbar etmek, Almanlara yaranmak için yalan söylemek, yazgısına razı olmak, yaşam mücadelesi vermek... Bunların hepsi son derece akıcı bir dille karşımıza geliyor. Romanı okurken bir sinema filmini izliyor duygusuna kapılıyorsunuz. Esir kampını, orada yaşananları, savaşın geri planını, iki aşığın çılgınca sevişmelerini...
Savaş bittiğinde Horace zorunlu olarak İngiltere’ye döner. Orada ailesine konuyu açar ve Rose’la evlenmek istediğini söyler. Baba kesinlikle bu evliliğe karşı çıkar. Bir kızın Yahudi kökenli olması onun lanetli ırkını değiştirmez diye düşünmektedir. Önemli olan kızın Alman olmasıdır. Babasına göre Naziler Almandır ve o halde her Alman Nazi’dir. Bu durum tüm Almanlara kin kusması için yeterlidir. Oğlunun yaşamından beş yıl çalmışlardır. Ayrıca Avrupa’yı kana bulamışlardır. Bunlar yeterli nedenlerdir.
Tutkulu aşk satırlarda
Horace, bir süre sonra Almanya’ya gitmek ister. Ancak savaşın külleri henüz soğumamıştır, bu nedenle o yıllarda seyahat etmek güçtür ve tehlikelidir. Her başvurusu geri çevrilir. Çaresizce mektup yazmaya koyulur, her duygusunu Rose’la paylaşır. Rose ise Amerikan askerleri tarafından alınıp Almanya’ya getirilmiştir. İkisi arasındaki mektuplaşma tutkulu bir aşkın satırlara dökülmesi gibidir. Her satırında aşk, sevgi, özlem ve gözyaşı vardır. Bir gün mutlaka karşılaşacaklardır. Orada, yani Yeni Zelanda’da arzu ettikleri biçimde yaşayacaklardır. Buna ikisi de yürekten inanmaktadır. Ancak Rose’nın mektupları bir gün kesilir, gelmez olur. Son mektup bir başkasının el yazısıyla yazılmıştır.
“Sayın Bay Greasley,
Üzülerek belirtmek isterim ki sevgili arkadaşım Rosa Raucbach 1945 yılının Aralık ayında vefat etmiştir. Rosa bebeğini doğurduktan iki saat sonra öldü. Jakub adını verdiği oğlu da ondan hemen sonra can verdi. ...Böyle kötü bir haber verdiğim için çok üzgünüm.
Margit Rosch”
Horace için bu satırlar dünyanın sonu gibidir. Esir kampında çektiği acılardan çok daha fazla üzülmüş, âdeta perişan olmuştur. Ancak işin gerçeği böyledir. Bir oğlu olmuştur, ne yazık ki o da annesiyle birlikte vefat etmiştir. Romanın bu bölümleri son derece duygusal yazılmış. Horace hep şu soruyu sorar kendine: “Kırlara doğru yürürken tuhaf bir düşünceye kapıldı. Jakub... Rose neden bu ismi koymuştu? s/344” Rose kendi köklerine kısa da olsa bir dönüş yaşamıştır...
Bir İngiliz erkek ile Yahudi kökenli bir kızın çılgınca yaşanan aşkını okumak istiyorsanız, bu kitabı elinizden düşüremeyeceksiniz...