Bir bankanın, yabancı bir bankayla ortaklık kurmasının şerefine verilen kokteyldeydik.
Bu tür davetlerde uzun süre görmediğiniz dostları ya da tanımak istediğiniz yüzleri görürsünüz.Toplumda neler olup bittiğini ilk ağızdan öğrenir, hayatın nabzını tutarsınız.
Dün gece de öyleydi.
Ama davetin asıl güzel tarafı, Osmanlı padişahlarının tamamının yağlıboya olarak tasvirlerinin bulunduğu sergiydi.
Padişah olmak, bizim kuşak için babadan oğula geçen bir sistemin parçası olmak, emrin tek ağıza sığmış olması, ölüme ve öldürmeye bir adım kala yaşamak ve gizemli bir hayatın parçası olmak demek...
Belki de sırf bu yüzden, onların resimlerine bakmayı ve nasıl biri olduklarını hayal etmeyi çok severim.
Bize tanıtıldığı taraflarıyla değil, asıl yüzleri ve karakterleriyle bilmek isterim onları.
Serginin en güzel taraflarından biri, tüm padişahların hayatlarıyla ilgili yorumların portrelerinin yanında olması ve bu yorumların, ünlü tarihçi ve edebiyatçıların kalemlerinden çıkmış olması...
Ertuğrul Gazi’den VI Mehmet Vahdettin’e kadar 36 padişahın belli başlı özellikleri, Ahmet Altan, Ahmet Hakan, Ayşe Kulin, Zülfü Livaneli, İlber Ortaylı başta olmak üzere daha pek çok değerli ilim adamının bazen kendi ağızlarından bazen de padişahları konuşturarak ya da tamamen alıntılarla süsledikleri geçmişleri kısa, öz ve etkileyici bir biçimde gözler önüne serilmiş...
Hepsinin hayat hikayesi, becerisi, özellikleri, yetenekleri, karakter yapıları birbirinden farkı...
İnsan durup düşünüyor.
Pek çoğunun adının Ahmet, Mehmet, Süleyman, Murat, Mustafa olduğu bir akrabalık zincirinin, birbirinden bu kadar farklı,bu kadar yenilikçi ama bir o kadar da anlaşılmaz taraflarla dolu olması insana çok şaşırtıcı geliyor.
Kimi şair, kimi avcı, kimi çok iyi bir savaşçı...
Tarih kitaplarının bize öğrettikleri dışında ayaküstü de olsa bir şeyler öğrenmek ve hiç umulmadık yerlerde hayata şaşırmak, insanı tekrar tekrar düşündürüyor.
Yüzyıllara yayılan bir imparatorluğun her türlü başarısıyla gurur duyduktan sonra , son padişah Vahdettin’den hep uzağa düştük.
Bizim için her zaman, haindi. Vatanı savunmak yerine, İngilizlere sessizce vermeyi tercih etmiş bir insandı.
Dünkü yorumları okurken ilk defa onu ve diğerlerini birer padişah olarak değil, birer insan olarak görmeyi başardım.
Yetenekleri, yeteneksizlikleri, korkuları ve becerileriyle birer insan olduklarını düşününce herkesin büyük ya da küçük bazı hatalar yapabileceğini ama bazılarını yaptığı bu büyük hataların milletlerin tarihlerine mal olabileceğini düşündüm.
Vahdettin de saltanatından üç yüz yıl öncesinde yaşasaydı bu sıkıntıları çekmeyecekti belki...
Belki ondan övgüyle söz edecektik.
Tahta çıktığı zaman şu sözleri söylediği rivayet edilir:
“Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz.”
Birinci Dünya Savaşı çıkmasaydı, imparatorluk içten içe bu kadar kemirilmeseydi, Balkanlar ayağa kalkmamış olsaydı, acaba durumu farklı mı olurdu,diye düşündüm.
4000 dolarlık borcuna karşılık el konulan tabutu, kızının bir çift küpesi karşılığında uzun bir yolculuğun ardından Şam’a ulaşmış ve vasiyeti üzerine orada bir Osmanlı külliyesinde toprağa verilmiş.
Bir yanda Fatih, Yavuz, Kanuni...
Bir yanda III. Selim, IV. Murat, II. Mahmut...
Bir yanda VI. Mehmet...
Birileri pırıl pırıl hikayeleri kapsar, diğerinin yaşam öyküsü karanlık..
İnsan hayatı ne tuhaf...
Bu tuhaflığın gerisindeki kader mi yoksa irade mi?
Bu 36 kişinin hayatlarını okumak, hayatların masallardan ibaret olmadığını anlamak demek...