Lise yıllarında, yeni öğrendiğimiz Osmanlıca terim ve sözcükleri kullanarak bilgiçlik taslamaya bayılırdık. “Teşbihte hata olmaz” derdik örneğin. Teşbih, benzetme demek. Bu lafı ederken de arkasına sığındığımız bahane şuydu: “Ben sana kaba bir söz söyledim ama amacım sana hakaret etmek değildi. İçinde bulunduğun duruma uygun bir benzetme yapmak istedim. Sözlerimi saygısızlık olarak görüp gücenmemelisin.”
Bir büyüğünüze “Karga b..unu yemeden nereye böyle? Acelen ne be anam babam? Tabakhaneye b.. mu yetiştireceksin?” deyin, sonra “teşbihte hata olmaz” diye ekleyin ki, size küsmesin çünkü niyetiniz kötü değil. Aksine, “Sabah sabah ne bu telaş? Sakin! Sakin! Relax!” demek istiyorsunuz. Ne kadar çocukça değil mi?
Hadi biz çocuktuk, lise öğrencisi de olsak, on sekiz yaşında bile yoktuk. Peki, koca koca adamların birbirlerine “kelaynak kuşu, kutup ayısı” filan demesine ne demeli?
Diyeceksiniz ki, fikri neyse, zikri de odur. Yani kişinin aklındaki neyse, söylediği de odur. Teşbihte hata olmaz ya! Değil işte çünkü Tanrı şaşırtmasın (ama şaşırtıyor bazen) fikrindekinin tam tersini zikreden de çok. “Biz sizin gibi söz verip de tutanlardan değiliz” diyen siyasetçi, bunun şahane bir örneği.
Neyse... Günün birinde edebiyat öğretmenimiz bizi karşısına aldı ve öğretti: “Teşbihte bal gibi hata olur. Teşbihte hata olmaz sözleriyle kastedilen, teşbihte hata yapılmaması gerektiğidir.” Böylece taşlar yerine oturdu.
Düşünecek olursanız, kalıplaşmış bu tür laflardan ne çok var! Sükût ikrardan gelir derler mesela. “Sessiz kalmak kabullenmektir” anlamına geliyor. Birini suçladınız, kendini savunmadı, başını eğip sustu. Hımm, kabahatini biliyor ki susuyor. Oysa “En acımasız yalanlar sessiz söylenir” demiş bilge bir kişi. Beni seviyor musun? Tısss, ses yok. Bir daha, beni seviyor musun? Cevap: Kaç kere söyleyeceğiz? Demek ki sükût inkârdan gelir dersek, hata yapmış olmayız.
Bazen suçlamalar, hatta hakaretler karşısında sessiz kalmak öyle güzel ki! Yüce Yaratıcının arkanızda olduğunu bilerek ses çıkarmamak ve Ona sığınmak... Zamanı gelince sizin yerinize Onun konuşacağını bilmek... Hatırlıyor musunuz, Roş Aşana sırasında yeni yıl kararlarımla ilgili bir yazı yazmış ve artık öfkelenmeyeceğim demiştim. Şu ana kadar büyük ölçüde başarılıyım. Kimse ile hırlaşmadım, kimsenin kalbini bilerek kırmadım o günden beri. Öfkelendiğim oluyor tabii. Sokakta çok dikkat ettiğim halde, ters yönden gelen ve kaldırımın üstünden giden motosikletlere karşı savunmasızım. Motosikleti üstüme doğru gelirken fark ettiğim an sinirleniyorum ama hemen sakinleşip dişlerimin arasından kendimin bile duymayacağı bir sesle o kişiyi müsait bir yere havale ediyorum, o kadar.
Sessiz kalmak kadar güzel olan başka bir şey, bilmiyorum diyebilmek. Kafası fazla çalışmayan bir kişi bazen art arda öyle sorular sorar ki, en bilgili kişi bile cevap yetiştiremez. Aptal soruların yanıtı yoktur zaten. Eskiden olsa, soruyu mantıklı bir şekle sokup cevabını bulmak için çırpınır ama karşımdakini ikna edemezdim tabii. Öyleyse boşa kürek çekmek niye? Karşımdakine, sorduğunun aptalca olduğunu söyleyemeyeceğime ve hiç cevap vermemek ayıp olacağına göre, bilmiyorum demek en iyisi.
Yıllar önce konuşmayı daha yeni sökmüş bir çocuğu kollarımda uyutuyor, bir yandan da sevgiyle soruyordum: “Sen nesin, kedicik misin, kuş musun, şeker misin, tatlı mısın?...” Bebeciğin aklı iyice karışmış olmalı ki, “Ben suyum” dedi ve uyuyakaldı. Su... Bildiğimiz tatsız, renksiz, kokusuz, berrak, tertemiz su! Hayatın kaynağı, su. Aptal sorulara verilecek en güzel yanıt.
Gerçeği söyleyecek olursam, bilmiyorum diyeni de, demeyi de sevmem çünkü bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır. Mantıklı bir soruya hiçbir zaman bilmiyorum diye cevap vermem, ne yapar eder araştırır, soruşturur ve bir yanıt veririm. Deli zamanlarımda bir banka müdürüne “Sizi o koltuğa, bilemeyeceğim demeniz için oturtmadılar!” demişliğim bile vardır. Ama Roş Aşana yazımın başlığı gibi, keskin sirke küpüne zarar. Artık tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır taktiğini uyguluyorum.
Lafı ne çok dağıttım, değil mi? Oysa konumuz, teşbihte hata yapılmaması gerektiği idi. Aslında dolambaçlı bir yol izledim ama amaçladığım yere vardım. Parayla imanın kimde olduğu belli olmaz derler. Kelimesi kelimesine alacak olursanız, doğru yönleri olan bir söz. Gazetelerde okuyoruz bazen, dilencinin üstünden binlerce lira ve dolgun banka defterleri çıktı diye. İmana gelince, “eller sürekli havada laylaylom” bir genç, bütün dini vecibelerini büyük inanç ve içtenlikle yerine getiriyor olabilir.
Peki, sözün sonundaki “belli olmaz” sözcükleri bize yeterince ipucu vermiyor mu? Hele ki, teşbihte hata olmamalı diye açıkladıktan sonra. Kızmayın, tamam, hemen toparlıyorum: Parayla imanın kimde olduğu belli olmamalı!
Kişi ne mal varlığı ile övünmeli, ne de ibadetiyle. Çoğu yazımda vurguluyorum, Aşem izin verirse, vurgulamaya devam edeceğim: Mal, mülk, para, pul, hanlar, hamamlar, saraylar, yatlar, katlar, yazlıklar, kışlıklar, elmaslar, pırlantalar, marka ürünler övünme kaynağı değildir. Maddi varlık, Tanrı’nın insanoğluna emaneten verdiği bir sınav aracıdır. İbadet ise insanoğlu ile Yaratan’ı arasında gizli kalması gereken bir saygı işaretidir. İsteyerek ve sevgiyle yapılmalıdır. Gösteriş olsun diye değil.
Özetle, hayırseverlik ve ibadet mümkün olduğunca kimseye belli etmeden yapılmalıdır; bunun aksi, kişinin örnek teşkil etmesi ve özendirici olmasından ziyade, samimiyeti konusunda şüphe uyandırabilir.
Hepinize huzur dolu günler diliyorum, sevgili okurlar.