1941 yılının 12 Aralık günü, saat 14:22’de, Köstence Limanı’ndan ayrılan Panama bandıralı Struma’nın motorları kırk dakika sonra durur. Geceyi hareketsiz bir şekilde dalgaların koynunda geçiren gemiye bir römorkör yanaşır sabaha karşı. Struma’ya çıkan makinist, arızalı motoru para karşılığında onarabileceğini söyler. Gemiye binmeden önce son kuruşlarına kadar gümrük memurları tarafından soyulduklarını söyleyen yolcular, çaresizlik içinde yalvarırlar makiniste. Birkaç saat sonra, motorları yeniden çalışan Struma ölüm yolculuğuna devam ederken, Köstence’ye geri dönmekte olan römorkörde makinist, tamir ücreti olarak aldığı 250 nikâh yüzüğünü saymaktadır!..
Köstence liman yönetimi tarafından Bükreş Yahudi örgütüne verilen belgede, Struma’daki yolcuların 100’ünün çocuk olduğu yazılıdır. Kum taşımacılığında kullanılan Struma’nın yolcu gemisine dönüşümünü denetlemek amacıyla Romanya Yahudi Cemiyeti tarafından görevlendirilen Kaptan Paraschivesou, geminin içinin portakal sandığı tahtalarıyla ilkel bir biçimde kaplandığı ve bunların üstüne kâğıt yapıştırıldığını yazar raporuna. En fazla 250 yolcu taşıma kapasitesi olan gemiye 769 insan binmek zorunda bırakılır. Paraschivesou, yolcuların öğretim üyesi, öğretmen, edebiyatçı, sanatçı, mimar, mühendis ve işadamlarından oluştuğunu söyler. Güvertenin yolcu sayısına göre son derece dar olması yüzünden, bir yolcunun dışarı çıkıp temiz hava alma hakkı günde yalnızca 15 dakikadır. Bu şartlar altında yola koyulan Struma’ya Köstence Limanı’ndan el sallayanlar arasında, para bulamadığı için karısını gönderenlerin yanı sıra, yine aynı nedenden dolayı çocuklarını yolculara emanet eden anne ve babalar da vardır.
15 Aralık sabahı uyanan İstanbullular, Karaköy Limanı’nın önüne demirleyen bir gemiye asılı şu pankartla karşılaşırlar: “Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!.. Kurtarın bizi...” Bundan sonra Struma’nın içinde ve dışında neler olup bittiğini 25 Şubat 1942 tarihli Tasviri Efkâr gazetesinden okuyalım: “Gemi makinasında tamiri müşkül ve hatta kasten olduğu intibaını veren arızaların tamiri bahanesi ile ikametini uzatmaya başladı. Bir taraftan da Yahudileri kabul edebilmesi ihtimali olan devletlerin Ankara’daki mümessillerine birkaç defa müracaat edildiği gibi bu Yahudileri geldikleri memlekete iade etmek imkânı olup olmadığı araştırıldı. Diğer taraftan da bu Yahudilerin yollarına devam etmeleri veya geri dönmeleri için birkaç defa tebligatta bulunuldu. Müracaat edilen devletlerin kimi alaka göstermedi, kimi de kabul edemeyeceğini bildirdi. Romanya’nın Ankara sefiri de bunların Romanyalı Yahudi olduklarını, memleketi yolsuz bir şekilde terk ettiklerini ve kendilerinin Romanya’ya kabullerinin asla bahis mevzuu olamayacağını bildirdi. Geminin tamiri hitam bulduğu halde bizzat Yahudiler de ne yollarına devam ettiler, ne de geriye döndüler. Çünkü geminin kaptan ve tayfası Bulgar olduğu ve Bulgaristan da harp halinde bulunduğu için yollarına devam etmek istiyorlardı. Binaenaleyh geminin geldiği denize iade edilmesinden başka imkân kalmadığı cihetle bu hususta alaka gösterecekleri zannedilen mümessillerine haber verildi ve gemi 23 Şubat’ta Karadeniz’e iade edildi. Ertesi günü sabahleyin Boğaz dışında Yön Burnu’nun 4,5 mil kadar açığında bir infilaktan sonra geminin batmakta olduğu haber alınarak mahalline tahlisiyeler gönderildi.”
Gazete haberinden Struma’daki göçmenleri kabul edecek bir ülke aranıldığı anlaşılıyor. Akıllara ilk gelen yer hiç şüphesiz ki, Filistin’dir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Struma yolcularını insanlık dışı koşullarda karaya çıkarmadan neden beklettiğini Barry Rubin’in, o yılların İstanbul’u üzerine ilginç bir çalışma olan İstanbul Entrikaları adlı kitabından öğreniriz: “Yahudileri kurtarma konusundaki Siyonist çabalarına çoğunlukla engel Almanlar değildi. Göçmenler, geçecekleri her ülke vize verdikten sonra, kendi ülkelerinden çıkış izni alabiliyordu. Geçiş ülkeleri ise, Türkiye’nin bu kişileri kabul edeceğini gösteren kanıt arıyordu. Türkler ise, o kişinin İngilizlerce Filistin’e alınacağı kanıtlanmadan giriş vizesi vermiyordu.”
Barry Rubin, İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye sıçraması durumunda, ahşap evlerden oluşan İstanbul’un bir bombardımanda yerle bir olacağını belirttiği kitabında, Struma olayına kısa da olsa yer verir. İstanbul’u casusların cirit attığı bir kent olarak gözler önüne seren Rubin, İngiliz hükümetinin Yunan, Panama ve Türk hükümetlerine, bayrakları altındaki gemilerin Yahudi göçmen taşımalarını önlemek için baskı yaptığını anlatır. Sömürgesi olan Filistin’e Yahudi göçünü engellemek isteyen İngilizlerin amacı, faşizmden kaçan Yahudilerin gemi yokluğu nedeniyle Tuna Deltası’nda kalmalarını sağlamaktır. Sözünü ettiğimiz kitapta, İngiltere’nin Ortadoğu’daki en üst düzey yetkilisi Lord Moyne’nin gemilerin hareketine izin verilmemesinin “başka Yahudilerin gemilerle kaçışını cesaretlendirecek çok acı bir etki” yapacağı şeklindeki sözü de yazılıdır. Barry Rubin, Struma cinayeti sonrasında yetkili ağızların açıklamalarına da kitabında şöyle yer verir: “Göçmen gemisi Struma, kimsenin kendilerini kabul etmemesi yüzünden karaya inemeyen 769 kişiyle batarken, İngiliz Koloniler Bakanı Oliver Stanley, Parlamento konuşmasında hükümeti için ‘Daha geniş konuların ışığında, Filistin’e yasadışı göçe ilişkin politikayı çiğneyerek girişimlere taraf olamaz’ demişti. İngilizler, kaçış çabalarının altında Almanların olduğunu kanıtlamaya bile çalışmıştı. İngiltere’nin Atina büyükelçisi ‘Yazık ki bunun altında gerçek bir Nazi parmağı bulamıyoruz’ diyordu.”
Struma olayında Alman hükümetinin takındığı tavır son derece düşündürücüdür. Struma’yı batıran bir Alman denizaltısı ise, geminin Köstence’den hareketine neden göz yummuşlardı? Bu sorunun yanıtı, soykırım planlarını gizlemek olarak verilebilir. Naziler, Yahudi taşıyan gemilerin limanlardan ayrılışına izin verecekler, sonra da onları Karadeniz’de avlayacaklar!.. Ama o zaman da, Struma’nın İstanbul’a varmadan neden batırılmadığı sorusuyla karşılaşırız!.. Zeev Vania Hadari, Her Şeye Rağmen adlı kitabında, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Balkan ülkelerinden hareket eden 40 geminin Boğazlar’dan geçerek, 21.897 Yahudi’nin Filistin’e ulaştığını yazar. Şüphesiz ki, bu göç dalgasına Nazilerin seyirci kalışını düşünmek yanıltıcıdır. Böyle düşünülürse, soydaşlarının kurtuluşu için canları pahasına Yahudi örgütlerinde çalışanlara da haksızlık yapılmış olunur. Struma, İstanbul’da bekletilirken, İngiltere’nin Ankara büyükelçisinin gemide üç Alman casusunun bulunduğu ve bu yüzden yolcuların karaya çıkarılmamaları şeklinde yaptığı açıklamanın Türk hükümeti tarafından kabul gördüğünü söyleyemeyiz. Barry Rubin’in kitabından söz ederken de belirttiğimiz gibi, o yıllarda İstanbul, casusların kolaylıkla girip çıktığı bir kenttir. Paylaşım savaşı sırasında işlenen toplu cinayetlerin kendisine fatura edileceğini çok iyi bilen Sovyetler Birliği, aldığı duyumları İzvestia gazetesi aracılığıyla Türkiye başta olmak üzere tüm dünyaya duyurur. Uyarı niteliği taşıyan haber ülkemizde, Struma’nın bekleyişinin sekizinci günü olan 23 Aralık 1941’de, Ulus gazetesinde yayımlanır: “İtimat edilir haberlere göre, önümüzdeki günlerde bir üçüncü Türk ticaret vapuru milliyeti bilinmeyen bir denizaltı tarafından batırılacak ve bu vapurun tayfası kurtulacaktır. Çünkü içinde birkaç Alman ajanı bulunacak ve şahit olarak kullanılacaktır. Denizaltının mürettebatı ise Sovyet işaretleri taşıyacaktır. Ta ki sonradan bu alçaklık Sovyetler Birliği’ne yükletilebilsin. İşte Almanların verdikleri gizli emir budur.”
Struma’yı “SC 213” sicilli bir Sovyet denizaltısının batırdığı iddiası, olayı araştırması için Frankfurt savcısı tarafından görevlendirilen Jürgen Rohwer tarafından ortaya atılır. Rohwer, SC 213’ün o günlerde bölgede bulunduğunu ve 24 Şubat 1942’de, kimliği saptanamayan bir gemiyi batırdığını bildirir. Bu iddianın gerçek olduğu düşünülse bile torpillenen geminin Struma olduğu şüphelidir. Çünkü, 24 Şubat 1942 tarihli Vakit gazetesinde, İstanbul’dan bir Bulgar limanına gitmek üzere yola çıkan “Çankaya” adlı vapurun da, Boğaz’a yakın Türk karasularında batırıldığı yazılıdır. Savaş sırasında Yahudilerin faşizmden kurtulmak için Sovyetlere yardım ettiklerini de düşünecek olursak, SC 213’ün her yanını ‘salkım saçak’ sivil insanların doldurduğu Struma’ya saldırması anlamsızlaşıyor. Araştırmacı Jürgen Rohwer ayrıca, 1942 yılı içerisinde Köstence ile İstanbul arasında sefer yapan 23 gemiden 12’sinin torpillendiğini yazar.
Sorulardan oluşan bir labirentin içinde gezinmeyi bir kenara bırakıp, İngiliz Avam Kamarası’ndan Sir Josiah Wedgwood’un, Türkiye’ye yönelik sarf ettiği sözlerine kulak verelim: “Struma’yı Nazilere gerisin geriye gönderenlerin prototipleri ve liderleri Hitler’le birlikte yan yana asılacakları günü görmek isterim.”
Avrupa’daki konsolosluklarının, Nazi toplama kamplarından kurtulmak isteyen Yahudilere ay-yıldızlı pasaport dağıttığı Türkiye’nin boynu, Salvador gemisinin batışı gibi Struma olayında da bükük olsa da, Wedgwood’un ağır sözlerini asla hak etmemektedir. İlle de, Hitler’in yanına konulacak biri aranacaksa bu, İngiliz sömürgeciliğinin Ortadoğu’daki en üst yetkilisi olan ve Struma’daki insanların karaya çıkarılmaması konusunda Türkiye’ye baskı yapan Walter Edward Guinness Moyne olmalıdır. Lord Moyne, 6 Kasım 1944’te öldürülür. Olayın sanığı olarak yakalanan 17 yaşındaki Eliahu Hakim ve 22 yaşındaki Eliahu Bet-Zouri, 22 Mart 1945’te Kahire Cezaevi’nde asılırlar.
İki genç adam, cinayeti neden işledikleri sorulduğunda, mahkemede şu yanıtı verirler: “Struma’nın öcünü aldık!..” Struma’nın katili kim mi?.. Kim değil ki!..