2012 yılının bu son yazısında sizlere bir masal anlatmak istiyorum sevgili okurlar ama bu masal, ‘Bizi hep o masallar mahvetti’ başlıklı yazımda sözünü ettiğim türden değil.
Birbirini hiç tanımayan ve aralarında hiçbir bağlantı bulunmayan iki çiftçi, tarlalarını sürerken içi altın dolu bir küp bulmuş. İşin bu fantastik kısmı olmasaydı, anlatacağıma masal değil, öykü diyebilirdik. O halde bundan sonrasını gerçek bir olaymış gibi okuyabilirsiniz.
Her iki adam da buldukları hazineyi evlerinin bahçesine gömmeye karar vermiş. Ne de olsa toprakla uğraşan kişiler; toprak, kilit ve anahtar istemez, dolap gibi yeri değiştirilmez, şilte gibi atılmaz satılmaz diye düşünmüş olmalılar. Adamların birincisi son derece kuşkucu, kuruntulu ve kötümsermiş. Birilerinin sürekli kendisini gözetlediği veya izlediğini zannedermiş. İkincisi ise tam aksine herkese güvenen, içini ferah tutan, iyimser bir kişiymiş. İkisi de havanın kararmasını beklemiş ve kazmalarını alarak bahçeye çıkmış. Kuşkucu etrafını iyice kolaçan etmiş, kendisini kimsenin görmediğinden iyice emin olduktan sonra elma ağacının dört adım kuzeyine, sonra da üç adım doğusuna yürümüş, derin bir çukur kazmış, hazineyi dikkatle içine yerleştirmiş ve üstünü yine toprakla örtmüş. Arada durup sağına soluna bakmayı, kulak kabartmayı ihmal etmiyormuş tabii. İyimser de aşağı yukarı aynı şeyleri yapmış ama olağanüstü önlemler almaya gerek görmemiş, işini bitirdikten sonra da yatağın yolunu tutup rahat ve huzurlu bir uykuya dalmış. Kuşkucu da yatmış yatmasına ama uyumak ne mümkün. Kötü kötü düşünceler aklını kemirip duruyormuş. “Ya biri beni gördüyse? Ya o biri, toprağı kazıp hazineyi çaldıysa?” Sonunda dayanamamış, kazmasını alıp yine bahçeye çıkmış ve hazineyi gömdüğü yeri kazmaya başlamış ki... Amanın! Hazinenin yerinde yeller esiyor! İyimser ne yapıyormuş peki bu arada? Mışıl mışıl uyuyormuş tabii.
Bulduğu hazine, kötümserin hayatının kararmasına neden olmuş. Ömrünün her günü, “Ayağıma gelen bu fırsatı nasıl kaçırdım!” diye yakınarak geçmiş. Oysa gerçek, hiç de öyle değilmiş. Korku ve endişe kötümserin aklını öyle bir karıştırmış ki, hazinenin yerinde durup durmadığını kontrol etmeye gittiğinde, elma ağacının dört adım kuzeyini ve üç adım doğusunu kazacak yerde, üç adım kuzeyini ve dört adım doğusunu kazmış ve hazineyi doğal olarak bulamamış.
İyimsere gelince, hırsızlar onu gerçekten izlemiş ve hemen o gece, bahçeyi kazıp hazineyi çalmışlar. Ama o, bunu hiç bilmemiş. Yaşadığı süre boyunca kendine hep şöyle demiş: “Başım sıkışırsa, bahçede gömülü bir hazine var nasılsa.” Ailesi, evlatları ve torunlarıyla mutlu bir yaşam sürdürmüş, hiç dara düşmemiş, o kadar ki, hazinenin varlığını bile unutmuş. Hâlbuki kötümser, bahçesinde -yerli yerinde duran- bir hazine olduğu halde sıkıntı içinde yaşamış ve yoksulluk içinde ölmüş.
Kıssadan hisse? Yani ne ders çıkarmalı bir öyküden? Açıkçası herkesin kendi yaşam tarzına göre çıkaracağı bir sürü sonuç var. Ancak öykünün beni daha çok etkileyen kısmı, hayata karşı duyduğumuz korku. Ve bu korku hiç de doğal değil. Çocukları düşünün. Genelde çocukların içinde korkuyu sokan, büyüklerdir. Koşma, düşersin. Terleme, üşütürsün. Soğuk su içme, boğazın ağrır. Elimi bırakma, kaybolursun. Yabancılarla konuşma, sana kötülük ederler. Bu uyarılar yersiz mi peki? Bazıları yersiz, bazıları değil. Çocuk koşsun, düşsün, terlesin, boğazı ağrısın, elini yaksın, dizini yarsın... Böyle öğrenecek. Dünyada yaşanan toplu cinnet olmasaydı, kaybolsun, bulunur nasılsa diyebilirdim ama ne yazık ki, çok fazla kötülük var. İyi de, kötülük var diye Aşem’in bize verdiği hayatı yaşamayacak mıyız?
Size buçuk metre genişliğindeki bir kaldırımın tam ortasından yürüyün desem, hiç tereddüt etmez, yürürsünüz değil mi? Hatta beni ti’ye de alabilirsiniz, bunda korkacak ne var diye. Peki, bir buçuk metre genişliğinde bir kaldırım var ama iki yanında çok derin uçurumlar var, hadi şimdi kaldırımın tam ortasından yürüyün desem? Yürümezsiniz. Ben de yürümem. Ya da yere çömelir, emekleyerek geçerim o yoldan. Peki, hayat sürünerek yaşanır mı?
Düşünelim isterseniz. Ne değişti? Kaldırım, aynı kaldırım. İyi de uçurumlar? Size “Uçurum var,” diyen benim. Korkuyu içinize ben soktum. Ve düşünecek olursanız, yaşadığımız korkuların neredeyse hepsi, başkalarından ödünç aldığımız korkular. Panik atak geçiren birine sorun niye korktun diye, çoğunlukla alacağınız cevap gazetede okuduğu -sözde sağlıkla ilgili ama insanı hasta eden- bir haberdir ya da başından tatsız bir olay geçmiş olan bir kişiyle kurduğu empatidir.
Örneğin işyerinde size sürekli kötü davranan, her yaptığınızı eleştiren ve size sürekli işten atılma korkusu yaşatan amiriniz, aslında kendi içindeki “işinden olma korkusunu” size aktarmaktadır. Kendisi ve çevresiyle barışık kişiler öyle şeyler yapmaz. Aksine, diğerlerini güzel sözlerle destekler, moralini yükseltir.
Tora’da korku sözcüğü ilk olarak nerede geçiyor, merak ediyor musunuz? Merakınızı hemen gidereyim.
Bereşit 2:25 şöyle diyor: “Adam ve eşi, ikisi de çıplaktı; ancak (bu durumdan) utanmıyorlardı.”
Derken yasak ağacın meyvesini yediler, ikisinin de gözü açıldı, çıplak olduklarını anladılar ve ağaçların arasına gizlendiler. Tanrı adama seslendi ve “Neredesin?” (Ayeka?) dedi.
“Bahçede sesini duydum... Ve korktum; çünkü çıplaktım. Bu yüzden gizlendim” (Bereşit 2:10).
Tanrı “Neredesin?” diye sorduğunda, adamın nerede olduğunu tabii ki bilmektedir. Tanrı’nın asıl kastettiği şudur: “O manevi yükseklerden nasıl bu hale düştün? Hani seni yerleştirdiğim muhteşem konum?” (Aderet Eliyau)
Mutlaka farkında varmışsınızdır, az önce hayatı sürünerek yaşamaktan söz etmiştim. Bu sonuca varacağımızı ben de bilmiyordum ama Tora, her zaman olduğu gibi yine yol gösterici oldu.
Değişen takvimi vesile bilerek, hayatı dimdik yaşamamız dileği ile, esen kalın.