Suç ve masumiyet kavramlarının oldukça tartışıldığı bu günlerde Aziz Nesin’in usta kalemine bir kez daha hayran kaldım. Geçtiğimiz haftalarda tedavi için bulunduğum Ankara’da perşembe akşamı tiyatroya gitmiştim. Yarım asırlık ‘Toros Canavarı’ oyunu söylediklerinin gerçekliği ve güncelliği, geçmişten günümüze attığı kancalarla ustanın dediği gibi ‘izahı olmayan şeylerin mizahının yapıldığı’ bir dünyayı anlatmaktaydı. Ankara Küçük Sahne’de Eskişehir Büyükşehir Tiyatrosu oyuncularını bu başyapıtı sahnelerlerken ‘tadı damağımda kalmış’ bir şekilde izledim.
Oyunumuzun kahramanı Nuri Sayaner, kendi halinde, emekli, yaşamını dürüstlükle sürdürmeye gayret eden bir Cumhuriyet çocuğu .Değişen dünya düzeninde ,değerlerini kaybetmemeye çalışan, ailesi için varını yoğuna katıp çalışan bir vatandaş, içimizden biri. Bir akşam kendini haksız yere tehditle evden atmaya çalışan ev sahibini şikayet etmek için gittiği karakolda üstüne atılan suçlar ile ulaştığı mertebe ise: ’Canavarlık’. Hikâyeyi trajikomik yapan olgu ise sade vatandaşken ne ailesinden ne de çevresinden saygı gören Nuri Bey’in canavar olarak addedildiğinde kazandığı itibar ve şöhret. Dalkavukların bir anda etrafını sarması, gazetecilerin ilgi odağı olup onu gören herkesin gömlek iliklemesi, korkulan adam olması gibi detaylar günümüzden çok tanıdık gelen sözde saygı gösterişleri. Oyunun finalinde Nuri Bey, çıldırmış bir şekilde “Bu devirde itibar canavarlara” derken Ankara seyircisi onu ayakta alkışlıyordu. Herkes çıkarken, içimde tarifi zor bir heyecanla son bir kez daha baktım sahneye, aklının ve vicdanının sesiyle orada bulunan seyirciler yaşanan olumsuzluklara rağmen umutla bakabilmeyi hatırlattı bana girdiğimiz yeni senede…
Eskişehir Tiyatrosu gençlerini Ankara’da dopdolu bir sahnede hafta arası izlemeyi nasip eden Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’e de bir kez daha şükran duydum. Yaşadığımız şehirde fikren de azınlık olduğumuzu düşünürken, bir avuç insan olmadığımızı bize gösterdikleri için.Ankara deneyimim, Batılı hayat tarzı yaşayan benim gibilerin yalnız olmadığımızı gösterdi. Bu duyguyu o kadar çok kez yaşadım ki başkentte, ilk gün Anıtkabir’i gezerken çocukluktan işlenmiş, içimde yeşeren Atatürk sevgisini hissederken gözlerim doldu. Diğer bir gün ise TBMM binalarını gezerken bu ülkenin nasıl zorluklarla kurulduğunu bir kez daha hatırladım. Ankaralı gençlerin Arjantin Caddesi’nde yeni şubesi açılan “Tektekçi” adlı mekanı hıncahınç doldurmasıydı belki de bana sadece Nişantaşı’ndan ibaret bir azınlık olmadığımı hissettiren. Cuma akşamüstü gençlerin Kızılay’da ODTÜ’lü arkadaşlarına destek için yaptıkları gösterişi izleyebilmekti belki de bana da farklı düşünme hakkını veren. İstanbul’a içimde umut dolu döndüm, ister Ankara’da, ister Eskişehir’de olsun yalnız olmadığımızın verdiği bir umuttu bu,birilerinin beni önyargı ile karşılamayacaklarının verdiği huzurdu.
Dönüş uçağında düşünmeden edemedim: “Madem ki kendimizi yaşadığımız topluma tanıtmak istiyoruz, neden sanatla tiyatroyla, müzikle yeterince seslenmiyoruz?” Hadi kolları sıvayalım,Türk Yahudileri’ni anlatan bir oyunla “Kula” ile başlayalım. Genç “Kula” oyuncuları ile Ankara ,İzmir, Eskişehir nereye kadar gidebilirsek... Tiyatromuz ile anlatalım Türk Yahudiliği markamızı, eminim ki o şehirlerdeki pırıl pırıl gençler içimizdeki farklı renkleri de zevkle tanıyacaklardır.Genç yeteneklerimizi kendimize hapsettikçe nasıl tanıtabiliriz ki toplumumuza gerçek kimliğimizi? Etrafıma bakınca yeteneğini gösterebilmiş ister yazar, ister muzisyen hangi dindaşımızı görsem bir yerlerden cemaat altyapısını toplumla entegre edebilmesinin başarısını fark ediyorum.Yeni Mario Levi’ler, İzzet Keribar’lar, Can Bonomo’lar ancak bu şekilde daha çabuk parlayıp markamızın bir parçası olabileceklerdir.
Cemaat yöneticilerinin ilerki dönemlerde bu fikri dikkate alacaklarını umuyorum.
Ankara’nın sımsıcak insanı sanata duyarlılığı ile içimi su serpse de, korkulan bir suçlu olmanın masumiyetten değerli olduğu bir dünya düzeninde yaşıyoruz halen. Aziz Nesin’in 50 yıllık yapıtında olduğu gibi suçun sabit görülmesi için delillere de ihtiyaç kalmamış görünüyor. Dürüst ve onurlu bir yaşamın kavgasını vermek gün geçtikçe güçleşiyor. Canavarlara itibarın arttığı bu ortamda masum olduğumuzu kanıtlayacak güçlü delillerimiz olmasa bile sanatın yardımıyla,biz güçlü olarak kalmalıyız. Son sözüm ise; Türk Tiyatrosu’nun duayeni Muhsin Ertuğrul’dan “Bir toplumun kültür ölçüsü tiyatrodur,insanlığı onunla ölçülür, adama insanlık duygusu orada aşılanır, oturmayı, kalkmayı, dinlemeyi, anlamayı, inceliği ve birbirimizi sevmeyi orada öğreniriz.”
Sanatçılarımızı doyasıya alkışlayacağımız, köklü tiyatrolarımızın hep varolacağı sanatla iç içe bir gelecek dileğiyle…