David OJALVO
Soğuk, yağmurlu bir hafta sonu akşamı... Beyoğlu’ndan Unkapanı yollarındayız. Zaman, “o zaman” değil. İstanbul, “o İstanbul” değil. Hikâyeler ise, o zamana ve o İstanbul’a ait.
***
Işıkları söndüğünde, salonu içli bir klarnet sesi dolduruyor. Sahnedeki kapıdan içeri giriyor, tozlanmış, eski aynasında yüzüne bakıyor; ardından yıllanmış, küçük, eski ahşap masasına oturuyor. Kurşun kalemini çakısıyla sivriltmiştir, anlatacakları vardır… Anlatıyor da… Burgazada’nın semalarını izliyoruz onunla birlikte… Karaköy’e, Beyoğlu’na, Gezi Parkı’na gidiyoruz. Çalıların içinden gelen “hişt hişt” sesinin anlamını çözmeye çalışıyoruz yeniden… Yağmurda ıslanıyor, tütüncünün önündeki kıza hislenip de, duyurmak istediklerimizi söyleyip söylememekte kararsız kalıyoruz… Kıraathaneyi mektep biliyor, Hristaki Pasajı’ndaki çiçeklere öyküyü biçiyoruz… ‘Patlak göz’ adını verdiğimiz köpekle veya çamurlara uzanmış, tek cigarası kalmış adamla dertleşiyoruz… Pasaport dairesine gidiyor, “yazıcı” olduğumuzu anlatmaya çabalıyor, pasaportun meslek hanesinde “yok” yazılmasını, mizahi bir dille anıyoruz.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatro’larının oyunu “Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye” ile bizleri kısa hikâyelerin büyük ustası Sait Faik Abasıyanık ile buluşturdu. Naşit Özcan, samimi, sımsıcak bir oyunculukla, seyirciyle iletişim içinde, Savaş Dinçel’in uyarlamasıyla bize Sait Faik’in tanınmış öykülerini yaşattı. Oyunun sonunda Naşit Özcan, Sait Faik’in sahnede duran büstünü, çekilişle, izleyicilerden birine armağan etti. Bu özel akşamda, Reşat Nuri Sahnesi’nden iyi hissederek ayrıldık.
2012 yılı, benim için Sait Faik yılıydı bir anlamda. Yapı Kredi Yayınevi, özel bir ciltte Sait Faik’in bütün öykülerini bir araya getirmişti. Vatani görevim gereği Bolu’dan Hakkâri’ye yola çıktığım gün, bu özel cildin kapağını açtım. 2012 yazı süresince de, Hakkâri’de dağların arasında Sait Faik öyküleriyle, en yakın dostlarımdan biri oldu. Kimilerini yeni keşfettiğim, kimilerini yıllar öncesinde okuduğum hikâyeler, kalemle kâğıda sarılmakta beni yüreklendirmeyi sürdürüyor. Martıların, balıkçıların, yalnızların, yoksulların, sevenlerin, sevip de kavuşamayanların, Burgazada’nın, azınlıkların, çoğunlukların öyküleri geçmişin asaletini hissettiriyor. Günümüzü düşündüğümde gençliğime, yaşadıklarımıza bakıyorum. Sait Faik’in kaleminin derinliği, ustalığı ortada… O, yazmaya niyet edenlere, yazmaya inanlara anlattıklarıyla, içtenliğiyle ışık tutuyor. Işığı kalbime, bu zamana ve İstanbul’a düşürmeye çalışıyorum.
Gölgelerimiz mi çok, odalarımızda mutsuz muyuz, karar veremiyorum. Yaşama ve anlatma kaygısında, bir eksiklik, bir yara var. Hikâyeler buradan mı doğuyor, özlemlerden mi? Tiyatro öncesinde, günbatımı vakti İstiklâl Caddesi’nde anlamlandırmaya çalışıyorum. Mutsuzlukla, yazmak ilişkilendirilir. Oysa hem mutlu olup, hem yazılamaz mı? Acılar, dramlar, keder, insanın zaaf ve noksanlıkları, edebiyatın konularından olagelmiştir. Aşk, dikenli güldür. Bedellerin ağırlığı vardır, gidenler, götürüler izler bırakır. Korkarım, bir noktadan sonra mutsuzluk, duygusal mazoşizme dönüşme tehlikesini de taşır. Mutluluğun da edebiyat çatısı altında söyleyecekleri vardır. Sait Faik’in ışığını biraz da mutluluğun edebi yönünde içselleştirmek istiyorum.
***
Sonbaharda İstanbul’a döndükten sonra, ziyaret etmeyi istediğim ilk yer, Burgazada’daki Sait Faik’in müzesi oldu. Hevesle atladığım vapurla Burgazada’ya vardığımda, hayal kırıklığı yaşadım. Müze, ada sakinlerinin anlattığı kadarıyla hatırı sayılır bir zamandır tadilattaydı. Umuyorum tadilat ilkbahara biter ve Sait Faik’in evine misafir olup, geçmişle bugün arasında bir manevi köprü daha kurarız.
Sait Faik, 1929’da kaleme aldığı ilk öyküsünde rotasını belirtmişti:
“Benim yolum akşam alacası içinde ipi kesilmiş mor bir uçurtma gibi…”
İç çekiyorum.
O akşam alacası, o ipi kesilmiş mor uçurtma…