İnsanın karşısındakiler hakkında ne düşündüğü esas itibarı ile kendisini ve muhatabını ilgilendirir. Aralarındaki ilişkinin türü üçüncü şahıslar için, Fransızların dediği gibi “ne sıcak, ne soğuk” tadındadır, ya da olmalıdır. Ancak söz konusu kişiler ülkeleri yönetmeye, toplumları yönlendirmeye azmetmiş, bunun için yola çıkmış insanlarsa, işin rengi orada değişir. Aralarındaki ilişkilerin kuvveti her kademedekileri yakından ilgilendirir.
Çıkar çatışmalarından, kıskançlıktan, paylaşamamaktan ve daha sayılamayacak birçok nedenden oluşan nefret, yalnız ilgili bireyleri değil, geneli de teslim alan bir durum oluşturur. Geçtiğimiz haftalarda elime geçen Le Point Dergisinin 29 Kasım 2012 sayısı, tema olarak kendisine ‘Büyük Nefret’leri seçmiş, kâh Fransız siyasi yaşantısından, kah dünyanın bilinenleri arasından aldığı örneklerle çarpıcı bir etüdü okuyucusuyla paylaşmış.
Mercek altına alınan nefretlerden biri Fransa’yı Almanlara teslim eden Mareşal Pétain ile ülkesini bunlardan kurtaran General De Gaulle arasında olandır… De Gaulle, Londra’da Serbest Fransa’yı toparlamaya çalışırken, 1920’lerde kendisine örnek aldığı Pétain hakkında BBC mikrofonlarına yaptığı tespit çarpıcı olacaktır : “Fransa’yı Almanlara teslim etmek için bir Verdun kahramanına ihtiyacımız yoktu. Bunu kim olsa yapardı…”
Benzer bir nefret hikâyesi Lenin’in ölümünden sonra Politbüronun iki üyesi, Troçki ile Stalin arasında yaşanandır. Troçki’nin “Partideki sığ seviyenin ifadesi Stalin’in ta kendisidir” tespitine, Stalin “Yoldaş Troçki ne hayatta ne de Ekim Devrimi sürecinde hiçbir önemli rol oynayamayacaktır” şeklinde cevap verecektir. Nitekim Stalin, Lenin’in ölümünden hemen sonra, mirasçı olarak tayin edilmiş Troçki’ye amansız bir savaş açacak, yanına çekmeye başardığı Kamanev ve Zinoviev ile kurduğu troyka sayesinde onu alt edecektir. Neticede de Troçki, 1940’da Stalin’in gönderdiği bir suikastçi tarafından öldürülecektir.
16 Eylül 1960’da Amerikan siyasi hayatının televizyondan yayınlanan ilk tartışmasında adaylardan John Kennedy gülümserken, Richard Nixon terlemektedir. Önceleri birbirlerine saygı çerçevesinde başlayan tartışmalar dördüncü turun sonunda karşılıklı bir nefret noktasına taşınır, ve hatta gerilim şahsi hakaretlere dek tırmanır. Bu ikili arasındaki çekişme Amerikan siyasi tarihinin en hareketli propaganda çalışmalarına yol açacaktır. Neticede Kennedy başkan seçilecek, ancak döneminin sonuna gelmeden bir suikasta kurban gidecektir. İleriki dönemlerde Nixon da başkanlık şansı yakalayacak, ancak bulaştığı Watergate skandalı dolayısı ile istifa etmek zorunda kalacaktır…
Benzer nefretlerin zenginleştirdiği ‘önemli insan’ ilişkilerini her tarih diliminde, her coğrafyada bulmak olası. Fransız tahtı etrafında, I.François ile Habsburg’lu Şarlken arasında; Nazi İmparatorluğu’nda çokça, örneğin III. Reich’in Hitler’den sonraki adamı Mareşal Herman Göring ile Hitler’in özel kalem müdürü, sırdaşı Martin Bormann arasında; İkinci Dünya Savaşı’nın iki büyük despotu Adolf Hitler ile Josef Stalin arasında; popüler dizi Muhteşem Yüzyıl’a konu olan Pargalı İbrahim Paşa ile Hürrem Sultan arasında…
Olay şudur ki, nüfuzlu bu kişilerin kendi aralarında itişip kakışmaları her daim sokaktaki adamı etkilemiş, onu biçare bırakmıştır. Geçmişteki saray entrikalarından günümüzdeki erk çatışmalarının tamamına varıncaya dek, bu tespit hep geçerli olmuştur ne yazık ki.
Benzer bir durumda, halkların arasındaki – kalemim nefret diye yazmaya varamıyor – husumetin dozu savaşları tetiklemiş, milyonlarca insan, neden öldüğünü bilemeden yitip gitmiştir sessizce. Kardeşliği, adaleti, eşitliği getirdiği savı ile böbürlenen Fransız Devrimi ile başlayan ve günümüze uzanan 200 küsur yıllık süreçte, dünyanın dört bir yanında yaşananlar, bölgesel çatışmalardan etnik temizlik çabalarına kadar, nefret ile yoğrulmuş kinin, bağnazlığın, cehaletin patlamasıdır.
Hazır konu önümdeyken, tarihte ‘en büyük nefret’ diye iddialı bir internet araması karşıma çok basit bir cevap çıkardı : “İnsanlık kendisini bildik bileli yaşanan en büyük nefret antisemitizm olarak tarihe geçmiştir”, diyordu sitede ilan edilen birçok bilimsel yayının ana fikri. Kimileri kesinlikle kabul etmeyeceklerse de, Mısır firavunları ile başlayan bu yolculukta antisemitizm her dönemde ve her toprak parçasında kendisine sadık kitleler bulmuş, içten içe kaynayan bir volkan misali, zaman zaman öylesine patlamıştır ki, uygarlığı önüne katıp silip süpürmüştür… Bu da insanlığın ayıbı olmuştur…