İçimizdeki sığınak

Köşe Yazısı
23 Ocak 2013 Çarşamba

Hermann Hesse, 1917 yılında kaleme aldığı Sığınma başlıklı denemesinde bir düşünden söz eder: Kaçıp sığınacağı, saklanıp gizleneceği yeryüzünde herhangi bir yer! İnsanlardan ve gürültüden uzak, doğa ile baş başa... Orada huzurunu kaçıracak hiçbir şey olmamalı. Yalnızlığını, uykularını, düşlerini hiçbir şey sekteye uğratmamalıydı.

Yıllar geçtikçe bu düşleminin daha çok güçlenmesine, farklı kaynaklarla beslenip gelişmesine karşın; bu süre içinde yaşadıkları, okudukları, geçirdiği sağlık sorunları, düşüncelerinde karşıt cepheler oluşturmaya başladı. Bir ara ömür boyu düşlediği o sığınağa kavuşma olanağına sahipken, kendince çeşitli bahaneler uydurarak, gitmemek için kıvırtmaya çalıştı. Sonunda gerçeğe ulaştı: Bir ömür boyu aradığı kendi dışında değil, içindeydi! Kendisinden başka kimselerin bulunmayıp dünyanın elinin uzanamadığı, tek başına saltanat sürebileceği, bir dağda ya da bir mağaradakinden daha güven içinde yaşayabileceği bir yer!

Hesse, sözlerini şöyle noktalıyor:

“Ey derinlerde saklı yatan sığınak! Hiçbir fırtına ulaşamaz sana kadar, hiçbir ateş yakmaz seni, hiçbir savaş seni yok edemez. İçindeki küçük odacık, küçük tabut, küçük beşik, sen hedefimsin benim!”

Amaçsız bir arayış sona ermiş, ünlü yazar artık hedefine kilitlenmişti! Yolunun ne olduğunu biliyordu, kurduğu düşlerinin değil...

Düşünüyorum:

Zaman zaman Hesse gibi benzer düşleri ben de kurmadım mı? Herkesten uzakta, doğa ve kitaplarımla baş başa olayım, kendi yalnızlığıma odaklanarak içimdekileri yazıya dökeyim... Sanki yazılmayı bekleyen konular, benim bu yalnızlığımı bekliyormuş gibi... Doğrusu bunlar, karanlıkta çakan kıvılcımlar gibi, gelip geçen birer düşlemden öteye gidemedi. Bir-iki günlük yalnızlıklar bedenimi dinlendirmek için yararlı oldularsa da, düşüncelerimi kışkırtmak bir yana, beni daha çok tembelliğe ittiler. Verimli olacağını düşündüğüm, özlemle beklediğim o bir başına kaldığım saatlerde, gözlerim bilgisayarın ekranına odaklı, tek bir satır olsun yazamadım. Bu düş kırıklığını bir kez değil, her zaman yaşadığımı söylemeliyim.

Kuşku yok ki, bu konuda kendi adıma konuşuyorum. Yoksa araştırma yapanlara ya da kafasında çoktan yazılmış bir romanı kâğıda dökmek için yoğunlaşacakları bir sığınağa gereksinimi olanlara, söyleyecek bir sözüm olamaz! Nitekim romanlarını kaleme almak için farklı kent, ülke ya da mekân arayanların bu seçimlerini yaptıkları söyleşilerden, yazdıkları anılardan okuyor, haberlerini kitle iletişim araçlarından izliyoruz. Buna karşın kimi yazarların, kentin en yoğun yerlerinde, gürültüden hiç etkilenmeden en güzel kitaplarını yazdıklarını da biliyoruz.

Zaman zaman yaşayacağımız bir yalnızlık süresi, dozunu iyi ayarladığımızda mutlaka yararlıdır; ama insan sıcaklığından uzak kaldığımız, onlarla iletişimimizi kopardığımız anda, yaşantımızda başka sorunlara da yer açmış oluyoruz.