David OJALVO
17 Ağustos 1999 depremi, bir travmaydı. O yaz gecesini hatırlıyorum. Akşamın genel akışını, bunaltıcı İstanbul sıcağını, uyku tutmayışını ve gecenin saat 03.02’deki kırılma noktasını. O gece depremle tanışmamıştık; deprem bizi derinden sarsmıştı. Nice hayat saniyeler içinde son bulmuştu. Haberler kötüydü, çok kötüydü. Televizyon kanallarında ardı sıra uzmanlar görüşlerini tartışıyordu. ‘Büyük İstanbul Depremi’ senaryosu hâlâ güncelliğini koruyor. Binaların güvenliği, depreme karşı alınacak tedbirler, ilkyardımın yeterliliği, afet yönetimi ve daha depremle ilgili nice konu gündemdeydi. Özünde deprem, ‘değişen’ bir gündem maddesi de olamaz ki. Afetler ve afetlere karşı maddi ve manevi toplumsal hazırlık, önemini sürekli koruyan, üzerinde sistematik bir biçimde durulması gereken, medeniyet olabilmenin temel yapıtaşlarından. Deprem ve toplumsal deprem bilincinin üzerinde ne kadar çok durursak duralım, buz gibi olan gerçeğin ta kendisidir. En son toplumsal gerçeğimizi de Ekim 2012 Van depremi ile yaşadık.
***
Depremin ardından, Eylül 1999’da okullar her yılki gibi açıldı. Lise birdeydim ve o ilk gün bir artçı sarsıntı yaşamıştık. İlk günden, okullar bir hafta süreliğine deprem nedeniyle tatil edilmişti. Aynı dönem sarı baretlerimizle tanışmıştık. Sıralarımızın altında, sarsıntı durumunda hemen takmamız için bizi hazır bekliyordu baretlerimiz. Bu uygulama Ulus’ta hâlâ devam ediyor. Tatbikatlar da yapılmıştı peş peşe. Deprem anında kaç saniyede binayı boşaltabileceğimiz hesaplanmıştı ve nice tedbir alınmıştı. Tüm bu gelişmeler önemli; ama aynı zamanda ürkütücüydü.
Deprem fikri ve doğurabileceği sonuçları düşündüğümüzde, içimiz kararır. Bu olumsuz algılamaları köşemde aktarmama gerek yok. Acı imgeler şimdi de var, 14 yıl önce de vardı. Bu noktada, travmatik yaşantıları zihnimizden uzaklaştırmayı, bilincin dışında bir yere bastırmayı seçeriz. İşleyen doğal psikolojik süreç bu olsa gerek. Yüzleşebildiklerimiz kadarıyla da yapabildiklerimiz vardır veya kısıtlıdır. Bir kez daha merkezde kendimiz varız ve yakın çevremizden başlayarak, halka halka genişleyebilir yapabileceklerimiz. 1999 yılında da, depremin üzerimdeki olumsuz etkilerini atabilmek için ama bilinçli ama bilinçsiz kendimce bir yol izlemiştim.
1999 sonbaharında okulumuzun sosyal aktiviteleri çerçevesinde ‘Deprem Kulübü’ne üye olmuştum. Şimdi bu geçmiş beni gülümsetiyor. Kulüp çerçevesinde, tarih öğretmenimiz Emel Ayvalıoğlu’nun desteğiyle birtakım çalışmalar yapmıştık. Gazete haberlerini, makaleleri, depremle ilgili sosyal konuları derlemiştik. Ne var ki, bu süreç ve yaptıklarımız kanımca yetersiz kalıyordu. Gözlerimiz ve kulaklarımız dönemin Kandilli Rasathanesi Müdürü Ahmet Mete Işıkara’ydı. Onun söyledikleri, uyarıları, yaklaşımı çok değerli ve önemliydi. Hâlâ da öyle. Işıkara, sivil toplum kuruluşlarından okullara, siyasi mercilerden medyanın her köşesinde yer alıyordu. Komik yaklaşımlar bir kenara, o hepimizin ‘Deprem Dede’si oluvermişti. Onun hepimize anlatacakları kolayca tükenmeyecekti, biliyorum. Buradan hareketle, kendisini okulumuza davet eden bir mektup yazmıştım. Mektubumu, Sayın Işıkara’nın eşi Aysel Hanım büyük bir alçakgönüllülükle, değerli bilim adamımıza ulaştırmıştı. Son derece yoğun programının içinde deprem dede, okulumuzda bir konferans vermeyi kabul etmişti.
Oditoryumumuzda gerçekleşen o konferans gününü unutabilmem mümkün değil. Arkadaşım Cozi’nin ifade ettiği gibi, “İlk kez derin sessizlik içinde gerçekleşen bir konuşmaydı” o gün yaşanan. Ciddiyet, saygı ve bir bilinçlenme süreciydi bu. İyiydi. İyi olduğu için de hem okul tarihimin en mutlu günlerinden birini yaşamış, hem de deprem olgusuyla bir parça daha fazla yüzleşebilmiştim.
***
21 Ocak akşamı, Ahmet Mete Işıkara’nın vefatını öğrendiğimde çok üzüldüm. Deprem dedeyi uğurlarken, içimden gelen anımızı satırla dökmek oldu. Oysa bizimkisi, biraz da öznel, özel bir hatıra… Asıl olan deprem ve diğer afetlere ülke olarak hazırlıklı durmak. Deprem kadar, binalar da öldürmediğinde, inanıyorum ki Ahmet Kara Işıkara’nın gülen gözlerini hep birlikte hissedeceğiz.