İsrail seçimleri, 27 Ocak Holokost anması derken hızla giden tempoda kenarda kalmış bir beyanatı tozlu raflara düşmeden önce hatırlatmayı arzu ettim. Aslında konu Türk medyasına pek yansımadı; en azından ben öyle sanıyorum.
Beyanın sahibi Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmut Abbas. Kendisi bundan kısa bir süre önce Lübnan’daki bir televizyon istasyonuna yaptığı açıklamada, Nazi Almanya’sı ile Filistin manda idaresinde yaşayan Yahudi halkının temsilcileri arasında görüşmeler olduğunu gündeme getirmiş, ve tahmin edilebileceği gibi, “onlarla Naziler arasında” gizli bir ilişkiden söz etmiş.
Abbas’a göre, yişuvun yöneticileri Almanların Yahudilere karşı davranışlarını olumlayan bir tavır takınmışlar. Yahudilerin Avrupa’da öldürülmeleri süreci, Filistin’e toplu göçü arttıracak ve emperyalist emellere yarayacakmış diye bir beklenti içindelermiş.
1942 Ocağı’nda toplanan ve tüm Alman devlet sisteminin ‘Son Çözüm’ün teknik detaylarında mutabık kaldığı Wansee Konferansı’ndan çok önceleri, henüz Yahudilerin ölüm kamplarına gönderilmelerinden de önce, manda idaresindeki Yahudi liderlerin Nazi idarecilerle pazarlıklara giriştiği, daha fazla dindaşlarını kurtarmak için çalışmalar yaptıkları, Almanlara öneriler götürdükleri bilinen bir gerçek. Ancak bu girişimleri ucuzlatmak, tıpkı Şoa’yı banalleştirmek kadar yanlış… Hele hele bunları maksatlı bir şekilde evirip çevirerek gündeme getirmek, ölüm makinesine teslim edilen canlar üzerinden popülist kampanyalar yürütmekle denk.
Abbas, Nazi Almanya’sı ile Yahudiler arasında böyle bir paralellik kurarken, dönemin Arap temsilcisi, Kudüs Şerifi Hacı Emin El- Hüseyni’nin, önce Mussolini ile sonra da Hitler’le yaptığı bir dizi görüşmeyi pas geçmiş. Oysa Almanların Batı Avrupa’dan sonra Afrika ve Rus steplerindeki sağlam ilerleyişi karşısında, Arap milliyetçiliğinin rotasını güçlüden yana çeviren El-Hüseyni’nin söz konusu temasları birçok çalışmaya konu olmuştur.
El Hüseyni, manda idaresi altındaki topraklarda Yahudilerin gitgide etkinlik kazanması ile oluşan Arap rahatsızlığını İngilizler kanalı ile gideremeyeceğini anlamış, Hitler ve Nazi Almanya’sı ile uzlaşı içinde bulunmanın Arap çıkarlarına uygun olacağını benimsemiştir. Hitler’e, Alman komutasında, Ortadoğu’da İngilizlere ve Yahudilere karşı savaşacak birlikler kurmayı önermişse de kendisinden pek yüz bulamamıştır. Hatta Führer’in El-Hüseyni’yi gayri ciddi bulduğu dahi söylenir.
Her durumda, El-Hüseyni’nin Berlin’de uzun zaman kaldığı ve buradaki lobi faaliyetlerine devam ettiği bilinir. Bu temaslarda bulunurken, Nazilerin Yahudiler hakkındaki fikirlerini bilmiyor olması, Hitler’in yaratmak istediği Juden-Frei (Yahudi’den arındırılmış) dünya hakkında fikri olmaması mümkün değildir.
Siz bakın ki iki büyük olay, El Hüseyni’nin konumunu sarsar ve Arap toplumu içindeki muhaliflerinden ciddi tepkiler almasına neden olur. Bunlardan birincisi, Alman ordularının El-Alamein’de İngilizlere yenilmeleri, diğeri ise Ruslar karşısında Stalingrad’da yaşadıkları bozgundur. Bu askeri felaketlerden sonra, Almanların Ortadoğu’ya sarkma ve buraları ele geçirme planları suya düşer. Bu planların hareket noktası aslında bölgedeki Yahudileri yok etmek değildi. Esas amaç buradaki zengin petrol kaynaklarını ele geçirip bunları III. Reich’ın doymaz savaş endüstrisinin kullanımına sunmaktı. Ancak her daim olduğu üzere burada da planın yan ürünü, yaşamlarını bu diyarlarda sürdürmekte olan Yahudilerin ortadan kaldırılmasıydı ve bu El-Hüseyni’nin isteyip de bulamadığı bir sonuç olacaktı da olmadı, ya da olamadı.
Savaşın sonrasında, bölgede kartlar yeniden dağıtıldığında Araplar Almanları desteklemekle suçlanmışlar, en azından öyle görülmüşlerdir. El-Hüseyni’nin muhalifleri yanlış ata oynamanın orta vadede bölgede bir Yahudi devletinin oluşmasına katkıda bulunduğunu ifade etmişlerdir her seferinde. Kendisi ise, konu ile ilgili olarak hatırlarında, savunma tadında bilgiler vermekte, bir anlamda günah çıkartmaktadır.
Manda idaresindeki Yahudi liderleri Nazilerle olan görüşmelerinde mesafe alamamışlardı. O dönemlerde, Arapların kendileri yerine Almanları destekleyebileceklerini düşünen İngilizler, onlara şirin gözükmek adına yayınladıkları bir dizi ‘Beyaz Kitap’ ile Yahudi göçüne ve bölgedeki yapılanmasına ciddi kotalar, engeller koymuşlardı. Dolayısı ile Yahudi liderleri ile Almanlar mutabık kalmış olsalardı bile, Avrupa Yahudiliği’nin Filistin’e akıtılması olanak dışıydı. Bütün bu gerçeklerin arka planında, Arap liderleri, İngilizlere güvenip onlarla Almanlara karşı durmuş olsalardı, muhtemelen taksim planını önerme noktasında Londra’nın kendilerine yaklaşımı bir nebze değişiklik ifade edebilirdi.
Son tahlilde, Şoa'nın, öznesi Yahudi halkı olan bir insanlık trajedisi olduğunu anlarsak, bunu insanlık suçu penceresinden inceleyebilirsek, belki bazı sığ yorumların temelsizliğini kavrayabiliriz.