Çocukluğumdan beri çikolata ihtiva eden yiyecekler beni heyecanlandırır, marka vermeden nostalji yapmaya çalışacağım; tüplerin içinden sıkılan çikolatalı kremalar, iki koca yuvarlak bisküvi arasına sıkıştırılmış çikolata kremasından oluşan sandviç, altı bisküvi üstü beyaz renk süngerimsi puf ve serpiştirilmiş çikolata taneciklerden oluşan küçük tatlı…
‘Çikolata’ kelimesi bile bazılarımızı heyecanlandırmaya yeter. Eğer bu yazıyı okumaya başladıysanız, ya beni düzenli takip eden okuyucularımızdan birisiniz –ki bu beni çok mutlu eder-, ya da yazının başlığı ilginizi çekmiştir; Acı Çikolata.
Çocukluğumdan beri çikolata ihtiva eden yiyecekler beni heyecanlandırır, marka vermeden nostalji yapmaya çalışacağım; tüplerin içinden sıkılan çikolatalı kremalar, iki koca yuvarlak bisküvi arasına sıkıştırılmış çikolata kremasından oluşan sandviç, altı bisküvi üstü beyaz renk süngerimsi puf ve serpiştirilmiş çikolata taneciklerden oluşan küçük tatlı… Daha sonra bu lezzetler kilo almamak için mazide bırakılmaya çalışıldı ancak hiçbir zaman çikolatadan vazgeçemedim; yerini daha sağlıklı yüzde 70 kakao ihtiva eden tablet çikolatalar aldı. Çok az yemek, abartmamak şartıyla… Ne de olsa çikolatanın insanı mutlu ettiği bilimsel olarak kanıtlanmamış mıdır? “Beyindeki endorfin seviyesini yükseltir, endorfin acıyı azaltır, depresyonu azaltır, mutluluk verir…” diyebiliriz tabii, ben tadını seviyorum.
***
Dolayısıyla kitapçıda ‘Acı Çikolata’ adlı bir kitap görseydim eğer, mutlaka dikkatimi çekerdi. Adı dolayısıyla, bir elime alıp konusuna bakardım. Acı Çikolata’yı Sevgili Karel Valansi’nin tavsiyesi ile okumaya başladım. Başta kitabı kitapçılarda bulmakta zorlandığım için, internet üzerinden ısmarladım. Bir kitap düşünün; dünyanın çeşitli ülkelerinden aşçıların hatta Master Chef tabir edilen en usta aşçıların yemek yapışını seyrettiğiniz bir televizyon kanalı kıvamında. Meksikalı yazar Laura Esquivel’in kaleme aldığı Acı Çikolata (Como Agua para Chocolate) Meksika’da ihtilal zamanında bir çiftlikte yaşayan katı anne Mama Elena, üç kızı ve kızlarından Tita’yla Pedro’nun yasak aşkını konu alıyor. O zamanki geleneklere göre en küçük kızın (Tita) evlenmesi yasak, çünkü geleneklere göre ailenin en küçük kızının annesine ölene kadar bakması gerekiyor. Mama Elena’nın Tita’yle Pedro’nun evliliğine izin vermemesinin ardından, Pedro Tita’ya yakın olabilmek için ablası Rosaura’yla evlenip aynı çatının altında yaşamaya başlıyor. Buraya kadar doksanlı yılların başında seyrettiğimiz Meksika dizilerine benziyor; ancak kitabı benim için keyifli ve akıcı yapan, Tita’nın aşkını, heyecanını yaptığı yemekler aracılığıyla belli etmesi. Usta şef Tita’nın adeta bir sanat gibi pişirdiği yemekler, aşkı ve kendisi arasında bir iletişim oluyor, hatta ailenin diğer üyelerini de etkiliyor (burada romanın geri kalanını ele vermemek için detaya girmiyorum).
Kitabı okurken yapılan yemekleri günümüz şartlarında yapmanın ne kadar imkânsız olduğunu düşünüyor insan… Bir yemek için otlar, biberler öğütülüyor, önceden tereyağları yapılıyor, yumurtalar bozulmasın diye yağlı kovalarda saklanıyor, güller yolunuyor… Hayvanların kendileri tarafından beslenip, kendileri tarafından pişirilmesi arasındaki sürece girmek bile istemiyorum; kitapta tek “olmasıydı” dediğim kısa bölümler onlar, ama o günün şartlarında daha gerçekçi… Hayatımızda yemek hazırlamak, duş almak gibi günlük aktivitelerin nereden nereye geldiğini görüp, bir kere daha şükrediyor insan. Yatmadan güzel bir duş alıp temiz temiz yatmak yerine, haftada bir kere sıcak suları kovalarla taşıyıp içine lavanta kesecikleri koyup bekleyip, küvetteki suyu soğutmadan yıkanmak gibi… Geçmişte kalan zamanları yaşamak değil ama okumak güzel…