Özgürlük sonsuzlukla bütünleşip, yaşlanmanın seyrini mutlak bir doğallığa kavuşturabilir mi ?
David OJALVO
Özgürlük… Özünde ne kadar büyülü, tılsımlı bir kelime… Hayalperest bir ruh için dilediğini yapabilmeyi, istediği gibi yaşayabilmeyi anlatıyor. Mantıklı ve gerçekçi düşünmezsek, ne kadar çok sınırı aşabilir ruh ve yürek. Yollar seriliyor ilkin önüme, gidilebilecek şehirler ve kasabalar, bakir coğrafyalar… İnsanlar… Tanışılacak ne çok kültür, anlatılacak ne çok hikâye var; yine kaleme alınacak yaşanmışlıklar. Okunacak kitaplar, seyredilecek yapıtların listesi uzun, upuzun. Tarihe ve doğaya dokunabilir kalp, sevgisini çoğaltabilir, aşkını öncelikle varoluşuna sunabilir. Varoluş, özgürlük kadar büyülü ve tılsımlı… Bu iki kavram birbirine döner, birbirini besler… Betimleyebileceğimiz özgürlük anlayışı sonlu mudur, sonsuz mudur? Tüketimle iç içe midir özgürlük; yoksa üreterek, tüketimi aşabilir mi? Dakikalar, saatler, günler ömürden alırken, özgürlük sonsuzlukla bütünleşip, yaşlanmanın seyrini mutlak bir doğallığa kavuşturabilir mi?Yine maneviyat da, özgürlük ve varoluşla özdeş, yoldaş. Görmeden, duymadan, hissetmeden yaşanamaz ki…
Mantıklı ve gerçekçi bir düşünsel süreç devreye girdiğinde, çözümlenmesi gerek potansiyel çatışmalar beliriyor. Sorumluluk, en baştan bireyin kendi ile sınırlı kalamayabiliyor. Sınırlar, sınırlamalar maddi ve manevi. Algılar, özgürlükle paralel seyredemeyebiliyor. Yaratılışımızın eşitlik düzeyini irdelemek ayrıca hassas ve zorlu… Bireyden öte toplumsal seçimler varsa, bu seçimlerin bireye yansıması, aşılabilenler ve yenilgiler çok boyutlu. Algılamaların yarattığı beklentiler de söz konusu. Toplumsal beklentilerin ne kadarı arzulanan özgürlükle ilintili, içsel beklentiler ne oranda arındırılmış ve hayalperestliğe dönük? İnandığımız bir medeniyet anlayışı varsa, medeniyet ne oranda bireye göz kırpıp, gülümseyebiliyor? Tarihin olabilecek ‘en iyi’ zamanında mı yaşıyoruz; geleceğe dair sezgiler ne oranda iyimser veya kötümser? Elbette birey kendi pratik yaşamının gücüne sarılmak zorunda… İçsel yaşantılarda mutlak iyi baskınken, mutlak kötü iyinin beyazını aşındırarak ruhu griye boyuyor. Ve renklerin hiçbiri kayıp değil. Özgürlüğün en güçlü ışığında capcanlıyken renkler, gerçekçi yaşanmışlıklarda matlaşma başlıyor. Medeniyeti sorgulayaduralım; ama bilinçli ama bilinçsiz veya yarı bilinçli, toplumsal seçimlerin, bazen seçim gibi görünmeyen, belki de özünde tercih edilmemiş yapıtaşları da olan bir düzenin beşiğindeyiz. Olasılıkları köreltmek istemiyorum; karamsarlığa kapılmak da. En iyi ihtimalle özgürlük anlayışı üzerine ne kadar etkin bir bireyler arası uzlaşmaya varılabilir ki? Cevabın bir ayağı bireyin kendi ve diğerlerinin yaratılışı ile ne kadar barışık kalabildiğine bağlı olabilir. Bir başka önemli etken de saf bir iyi niyetle, ‘çıkar’ güdüsü ile özgürlüklerin nasıl bağdaştırabildiği…
Sanırım yalnızlık kadar, özgürlük de çok katmanlı. Hayalperest ve idealist yanımız ölmek istemez. Kabullenişler varsa, onların da ne kadarı sancılı ve zorunlu olduklarını ele alabiliriz. Bir diğer bakış açısıyla da Tezer Özlü’nün yazdığı gibi “Yaşadığımız sürece bir şeyler yapmak zorundayız.” (*) Son dönemdeki yazılarımın birinde, mutluluğun farkındalıkla orantılı olabileceğinden bahsetmiştim. Bir yanım kabullenişlerin ağırlığına itiraz ediyor, bir başka yanım kabullenişlerimi, varoluşum adına şekillendirmeye ve dönüştürmeye çabalıyor. Sonuçta yaşıyoruz ya… Bir kez daha ve hep anlayabildiğimiz kadarını anlamaya çalışacağız. ‘Özgürlük’ kanımızda, damarlarımızda dolaşır. Gündelik yaşamın ve içinde bulunduğumuz düzenin ağrıları, sancıları vardır, algılar ve nefsin yenildiği olur. Özgürlük, arzu edebileceğimiz en güçlü özgürlükse, yenilgiler kadar zaferlerin de bulunmadığı bir yerde… Kendi varlığımıza, ruhumuza, yüreğimize yaşamanın saf sevinci ve aşkıyla dokunsak sanki yetecek gibi…
(*) “Her Şeyin Sonundayım: Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları” adlı kitaptan