Geçtiğimiz günlerde Britanya’nın en önemli – ve en muhafazakâr - yayın organlarından biri olan Daily Telegraph Gazetesi son 10 yılda Londra’dan göç eden ‘beyaz Britanyalıların’ sayısının 600 bin olduğunu yazdı ve okurlarından Britanya’nın orta ölçekli pek çok kentinin nüfusuna denk gelen bu rakamın ne anlama geldiğini kavrayabilmeleri için Glasgow, Sheffield, Nottingham gibi şehirlerin 10 yıl içinde tamamen boşalmış olduğunu hayal etmelerini istedi.
Ruşen AKTAŞ
Geçtiğimiz günlerde Britanya’nın en önemli – ve en muhafazakâr - yayın organlarından biri olan Daily Telegraph Gazetesi son 10 yılda Londra’dan göç eden ‘beyaz Britanyalıların’ sayısının 600 bin olduğunu yazdı ve okurlarından Britanya’nın orta ölçekli pek çok kentinin nüfusuna denk gelen bu rakamın ne anlama geldiğini kavrayabilmeleri için Glasgow, Sheffield, Nottingham gibi şehirlerin 10 yıl içinde tamamen boşalmış olduğunu hayal etmelerini istedi. Açıkçası oldukça ürkütücü bir resim. Ne var ki makalenin yer aldığı gazetenin genel olarak, göç, göçmenler, azınlıklar konusunda tutunduğu tavır göz önüne alındığında fotoğrafın etkisi geçiyor hemen. Ama yine de üzerinde düşünülmeyi hak eden bir olgu var ortada. Londra’da yaşayan ‘beyaz Britanyalıların’ sayısının şehrin toplam nüfusunun yüzde 50’sinin altına düştüğünü de belirten yazar ‘artık hepimiz azınlığız’ demekten de geri durmamış.
Aynı günlerde BBC de benzer içerikli haberler yaptı. Tüm bu haberlerin dayandığı yer ise 2011 yılı nüfus sayımı idi. İngiltere’nin – ve özellikle Londra’nın – 90’lı yıllardan beri geçirmekte olduğu dönüşümü göz ardı ederek bu rakamlara bakan, ülkenin birden bire yabancıların işgaline uğradığını düşünebilir. Ama bu durum sadece 90’ların ortalarından beri fazlasıyla alkışlanan ve Britanya’nın kendini bir nevi yeniden tanımlamasına yol açan ‘çok kültürlü, çok etnikli, renkli’ ülke fotoğrafının ters açısından ibaret. Neredeyse 20 yıldır dünyanın en ‘kozmopolit’ ve en ‘cool’ şehri olan Londra bir anda kimlik değiştirecek değil elbet ama İngiltere’de ki göç, göçmen sorunları tartışılırken bu argümanların da daha fazla kullanılacağı kesin.
Peki, ‘çok kültürlülük’ meselesine uzaklara Londra’ya kadar gitmeden buradan İstanbul’dan bakabilir miyiz? İstanbul’un çok kültürlü bir şehir olduğunu söyleyebilir miyiz? Ülkemizin gündeminin popüler kimlik, etnisite tartışmalarına girmeden bu konulara değinmek pek mümkün gözükmese de biz deneyelim.
Tarihe dönüp baktığımızda geniş coğrafyalara yayılan büyük imparatorlukların içlerinde pek çok dil, din ve etnisiteden insanı barındırdıklarını görürüz. Bu toplumlara bugün anladığımız şekliyle kozmopolit toplumlar demek güç. Ulus devletin yükselişiyle birlikte ortadan kalkan bu çok milletli imparatorlukların ardında kimi kozmopolit şehirler kaldığı söylenebilir. Modern dönem Türkiye’si, kendisi de böyle bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinde kuruldu. Başta ‘payitaht’ olmak üzere Osmanlı döneminin önemli büyük şehirleri vardı; İzmir, İskenderiye, Kudüs, Şam, Bağdat, Selanik…18. ve 19. yüzyıllarda buralarda bulunmuş gezginlerin ve Osmanlı arşivlerinde çalışanların aktardıklarına bakılırsa bu şehirlerin nüfus yapıları da oldukça karmaşıktı. İmparatorluğun dağılma sürecini, onun küllerinden doğan ulus devletleri ve onların bugünkü durumlarını biliyoruz. Bu süreçte yaşanan mübadele, göç gibi büyük nüfus olaylarını da. Tarihimizin yüzleşebildiğimiz ve yüzleşemediğimiz kısmı bu hikâyelerle dolu.
Mesela ben Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde doğan sadece 3. kuşağım, hem anne tarafım hem de baba tarafım göçmen. Ben de Türkiye’de durmayıp başka bir ülkeye göç ettim. Avrupa’nın pek çok kentinde ciddi Türkiyeli göçmen nüfus vardır. Bu insanlar pek çok nedenlerle doğdukları topraklardan ayrılıp bazen de zorunluluktan başka bir ülkede hayatlarını kurmak durumunda kalmışlardır. Kısacası bugün anladığımız anlamda çok kültürlülük özellikle de ekonomik nedenlerle göç etmiş insanların, kentlerin merkezlerinde kendilerine bir yaşam alanı kurabilme çabalarının sonucu olarak ortaya çıkmış biraz başka bir resimdir. Yani eski imparatorluk tebaasından olup bir nevi mecburen buralarda kalmış insanlar yanyana gelince çok kültürlü olunmuyor. Bizdeki durum zaten herhangi bir bilimsel çalışmanın kurallarına sığacak cinsten değil. Mesela ülkenin milli takımına kaptanlık yapmış, kendisini tanıdığımız günden beri milliyetçi-maneviyatçı duygular üzerinde yükselmiş Hakan Şükür, dönemin şartları gerektirdiğinde ben de zaten Arnavutum dedi diye Türkiye çok kültürlü bir toplum olmuyor. Çünkü çok kültürlülük herşeyden önce birden fazla kültürün birarada yaşamasına olanak veren siyasi ve toplumsal hoşgörü ile mümkün.
Madem Londra ile başlamıştık yine oraya dönelim. İngilizler der ki Londra Britanya değildir . Bunun anlamı şudur, Londra 72 milletten insanın yaşadığı bir şehirdir. Onun eğilimleri ülkenin geriye kalanının –yani genel olarak beyaz Britanyalıların- eğilimini yansıtmaz . Haksız bir gözlem değil. Peki, bugün nüfusunun 20 milyona dayandığı söylenen İstanbul, Türkiye midir? Bence öyledir. Birçok anlamda İstanbul Türkiye’nin kendisidir. Londra’da bir Edinburglu ya da bir Wiganlı ile tanışma olasılığınız çok çok zayıftır ama İstanbul’da benim yaşadığım Beyoğlu’nda bile Bitlislilerin, Rizelilerin, Diyarbakırlıların mahalleleri var. Londra hemen hemen dünyanın tüm köşelerinden insanların yaşadığı bir kenttir ama İstanbul aldığı göçün neredeyse tamamını ülke içinden almıştır. Londra’ya göçenlerle İstanbul’a göçenlerin benzer eğilimleri her iki durumda da insanların ‘memleketlerinden’ gelen diğerleriyle bir arada yaşama eğilimidir. Kısacası göçün yerel ya da küresel düzeyde olması insanların kendi kültürlerini yaşama eğilimine engel değil. Ama bu tabloya bakarak İstanbul’un da çok kültürlü bir şehir olduğunu söyleyebilir miyiz? Hemşehrilik olgusu etrafında gelişmiş bir ‘kentleşme’ çok kültürlü bir toplum yaratır mı? İstanbul da Londra gibi hızla değişiyor ama buradaki değişimin insan ve kültür odaklı olduğunu söylemek fazlasıyla iyimserlik olur.
Bunları söylerken ülkenin gerçeklerine –hem olumlu hem de olumsuz gerçeklerine- çok da haksızlık etmemek gerekir. Hemen hepimiz büyüklerimizden Ermeni, Rum, Yahudi, Türk komşuların nasıl aynı apartmanda huzur içinde yaşadıklarını, birbirlerinin bayramlarını kutladıklarını, ne kadar saygılı olduklarını duymuşuzdur. Bu durumu konu alan epey yayın da var. Tabii koskoca İstanbul’un Rum nüfusunun 3 binin altına indiği bir dönemde bunları konuşmak nostalji yapmanın çok da ötesine geçemiyor bazen. Ben kendi aile büyüklerimden gençlik hikâyelerini dinlediğimde hem çok hüzünleniyorum hem de ülkenin geleceğine dair biraz daha umutlu olabiliyorum. Bu toprakların genetiğinde birlikte yaşamak, farklılıkları tolere edebilmek varsa belki bunu yeniden yakalamak mümkündür.