1905 doğumlu bir anneanne düşünün. Çocukluğu bir imparatorluğun yıkılışı ve modern bir ülkenin kuruluşu süresince bakkalından komşusuna Yahudi dostlarından oluşan Kuledibi semtinde geçmiş. İki dünya savaşı ve Holokost’a tanık olmuş. 1948 sonrası birçok yakını İsrail’e göç ederken, kendisi o yılların gözde semti Taksim’de eşi ve çocukları ile hayatına devam etmiş. O dönemler herkes Ladino konuştuğu ve semtte Türkçe bilen az olduğu için dil konusunda hiçbir sorun yaşamamış. Gün gelip torunları kendisini anlayacak yaşa geldiğinde, sokak ortasında dostları ile Ladino konuşan anneannelerinden utanır olmuşlar. Torunlar kendi iç dünyalarında hep Vatandaş Türkçe Konuş baskısını hissetmişler. Zaten o döneme kadar Ladino bilmek aileye yarar yerine hep bela getirmiş. Babalarının yaşadığı Varlık Vergisi’nin de, 6–7 Eylül Olayları’nın da tek sebebi toplumdan farklı olmalarıymış. Çocukların her biri dönemin gözde okullarından, Amerikan ve Fransız kolejlerinden mezun olmuşlar. Yıllar geçmiş torunlardan biri tanınır bir yazar diğeri de hatırı sayılır bir avukat olup çıkmış. Küçükten beri aile çocukların toplumla tam adapte olabilmeleri için düzgün bir Türkçeye sahip olmalarına özen göstermiş. Unutulan Ladino diliyle, anneannenin geçmişten gelen deyimleri, ailenin duygu tarihini yansıtan hatıralar eriyip gitmiş. Anneanne elden ayaktan düştüğünde, anne baba yaptıkları hatanın farkına varmışlar ama iş işten geçmiş. Yeni nesil Ladino’yu birkaç kelime dışında çoktan terk etmiş. Torunlardan yazar olanı anneanneye olan vefa borcunu günü geldiğinde onun gençlik anılarına ithafen Ladino bir hikâye kitabı yayınlayıp bir nebze de ödemiş. Torununun imza gününde anneanne gözleri yaşlı onun başarısını ayakta alkışlayıp Ne Mutlu Türküm diyene diye geçirmiş içinden. Gençlik yıllarında Atatürk’ten öğrendiği bu sözün ne demek olduğunu o gün daha iyi anlamış. Türkçe konuşmayı hiç bilmeyen bir anneannenin torununun yazarlık ödülü almasının haklı gururunu yaşamış hayatının son deminde.
Yukarıda anlattığım hikâye toplumumuzun ortak kaderidir. 500 küsur senedir süregelen, içinde farklı dillerden sözcükler, kendine özgü deyimler barındıran Ladino dilimiz modern dünyada eriyip gitmektedir son tahlilde. Öbür tarafta ise en az bir Müslüman Türk kadar iyi Türkçe konuşan bir toplum olmuşuzdur. Bunun haklı gururunu çoğu zaman yaşarız fark etmeden. Kimi gün iş hayatında gelir birisi Ne kadar güzel konuşuyorsun der. Ya da yabancı zannettiği komşusunun rakı-balık muhabbetinde dilinden dökülen şarkıları duyunca fark eder, bu bizden daha Türk çıktı der içinden. Hele bir de yurtdışında yaşıyorsanız daha da çok hissedersiniz bu duyguyu. Aynı üniversitenin sıralarında bir avuç Türkiye’den gelen Rum, Ermeni, Yahudi, Çerkez de olsanız akşam memleket hasreti çekip Müslüm Baba’dan bir şarkı açtığınızda hatırlarsınız ortak değerleri paylaştığınızı bir Türk olarak. Bu duygu tıpkı kökeni ne olursa olsun her Amerikalının Amerikan bayrağını görüp marşını duyduğunda gurur duyması gibidir. Ritüellerimiz, inançlarımız, geleneklerimiz farklı olsa da ortak duygu tarihimizdir bizi de birleştiren. Anadolu’nun tüm renklerini bir çatı altında birleştirip kendi içimizde harmanladığımız sürece sadece futbol maçlarında değil her başarıda bu duyguyu beraberce yaşarız. Bu ülkede yaşayan her Yahudi, içinde Türk vatandaşı olmanın haklı gururunu hisseder. Onun başka kelimelere sıfatlara ihtiyacı yoktur. Ne Yahudi kökenli yazar olmak ister ne de bir öteki. Yaşadığı toplumun onun için sadece içimizden biri bizi temsil etti demesi yeter. Bu yüzdendir ki bir sanatçı Eurovision’a giderken onun kökenini arayarak değil sırf bizi temsil eden bir Türk olarak gördüğümüzde ona destek vermiş oluruz. Onu asıl rencide eden, konu İsrail’den açıldığında sizinkiler diye söze başlanması veya her fırsatta dini kimliğinin ona hatırlatılmasıdır. Kendi kültürümüzü yaşamak, bulunduğumuz coğrafyayı zenginleştiren dillerimizi öğrenmek ayıp olmamalıdır hiçbirimiz için, Türk olmaktan gurur duyduğumuz sürece.
Yıllarca ilkokul sıralarından beri bize öğretilen ortak anlamlara farklı terminolojilerin arandığını, içimizde bir yerlerde saklı olan değerlerimizin tartışıldığını görünce dayanamayıp bir Türk Yahudi’si olarak duygularımı paylaştım bu hafta. Şüphesiz bu coğrafya, içinde mutluluk kadar bir o kadar acıyı da barındırmıştır. Asıl huzur bu acıların geride bırakılıp mutlu bir toplum yaratmakla olur. Nihayet aynı topraktır bizi ölümde birleştirecek olan; peki o zaman neden bekleriz ki ölmeyi huzura ermek için. Albert Camus ne de güzel özetlemiştir, ‘Yabancı’ adlı eserinde, ön yargılar ile dolu olan bir toplumda yabancılaşan ve yalnız kalan bireyin çaresizliğini… Ölümle biten yaşam saçmadır, evet. Bunda kuşku yok. Ama yaşam ölümle bitiyor diye, kapayacak mıyız gözümüzü, yüreğimizin kapılarını bu yaşanası dünyanın güzelliklerine, bunlar yanında insanların acılarına, çaresizliklerine? Madem ki yaşıyoruz, yaşadığımız sürece mutlu olmaya, sağımızda solumuzda mutluluk yaratmaya bakmalıyız. Mutluluk, bir yerde ve her yerde, hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir.
Ne Mutlu Türküm diyene!