David OJALVO
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları’nın sahneye koyduğu “Kabare” adlı müzikali mart başında izledim. 1972 yılında Liza Minnelli’nin başrolünü oynadığı müzikalin filmi, sekiz dalda Oscar ödülü kazanmıştı ve yapıt, “Tüm Zamanların En İyi Yüz Filmi” listesinde. Yücel Erten’in yönettiği müzikali, gecenin sonunda ayakta alkışlayanlar arasındaydım.
Oyun, Kit Kat Gece Kulübü’nün sunucusunun üç dilde konukları selamlamasıyla, kulübün kızlarını tanıtmasıyla ve izleyici gülümseten, güldüren bel-altı esprileriyle başlar. Yıllardan 1931’dir, Berlin I. Dünya Savaşı’nın ağır ekonomik sonuçlarıyla boğuşmaktadır ve Naziler güç kazanmaktadır. İngiltere ve Fransa’da aradığı ilhamı bulamayan Amerikalı yazar Brain Roberts şansını Berlin’de denemeye karar vermiştir. Ekonomik imkânları kısıtlı olan yazar, ucuz bir otelde oda tutar ve trende tanıştığı “arkadaşı” aracılığıyla İngilizce dersi vereceği birkaç öğrenci kazanır. Yine bu arkadaşının tavsiyesiyle gittiği Kit Kat Kulübü’nde, kabare dansçısı Sally Bowles’la tanışır. Dansçımız bir süre sonra kulüpteki işinden olur ve yazarın yanına taşınır. Çalkantılarla dolu bu dönemde Brain ve Sally’nin aşkı filizlenir. Bu süreçte bir yanda Brain’in trende tanıştığı arkadaşının önerdiği işten kolay para kazanılırken, diğer yandan da çiftin kaldığı pansiyonun sahibesi ile Yahudi manav “ikinci bahar” misali yakınlaşmaktadır. Ne var ki dönem kötüdür ve giderek kötüleşmektedir. Yükselen enflasyon karşısında yaşam koşulları ağırlaşmaktadır. Yazarın sözde arkadaşı, bir Nazi’dir. Kendini sonuna kadar Alman sayan Yahudi manav ile evlenme fikri karşısında, pansiyon sahibesi yoğun tereddütler yaşamaktadır. Gidişatı algılayan ve ülkeyi terk etmek isteyen Amerikalı yazarla birlikte hareket etmekte Sally Bowles, kararsızlıklar içindedir. Bir yandan da eğlence, dışarıdaki tüm manevi çöküşe karşın, hazla iç içe, sınır tanımadan sürmektedir.
***
Yazının girişinde belirttiğim gibi, yüksek beklentiyle gittiğim müzikalden beğeni ve takdir hisleriyle ayrıldım. Şehir tiyatroları, yapıttaki duyguların hakkını vererek sahneye koymuş. Kara mizah izleyiciyi güldürürken, acı gerçekler sessizliği hâkim kıldı. Orkestra oyunun dinamizmini arttırırken, her oyuncu rolünü başarıyla taşıdı. Akşamın genelinde tek zayıf bulduğum dekordu. Muhsin Ertuğrul’un geniş sahnesi, sanki daha fazlasını istiyordu. Öte yandan ışıklandırma, özellikle de oyunun sonunda ışıktan yazılmış “Kabare” yazısının sönüp de, gamalı hacın karanlığın merkezine yerleşmesi, son derece vurucuydu. Nazi gençliğinin söylediği “Yarın Benim” marşı kadar, Kit Kat Kulübü’nün sunucusunu da mavi-beyaz gömlekte hüküm giymiş olarak görmek tüylerimi diken diken etti.
***
Müzikali izlediğim akşamdan bu yana, “Hayat bir kabare dostum” dizesi kulaklarımda çınlıyor. Kabare, kelime anlamıyla, toplumun sorunlarını ince esprilerle, mizahi bir dille eleştiren oyun türü. Çekirdeğinde barındırdığı gerçekleri, abartarak, gösterişli bir şekilde sunar, yeri geldiğinde yüzlere çarpar. Müzikal de dönemin toplumunun bir kesiminin umursamazlığını, duyarsızlığını, eğlence ile uyuşukluğunu açık anlatıyor. Buradan hareketle günümüze uzanabilir, bugünün sorunlarını ve duyarlılık anlayışımızı ele alabiliriz. Son dönemdeki kanaatim “duyarlılığın” içten gelen bir olgu olduğu yönünde. Bir bireyin, diğerinin duyarlılığı hakkında bulunabileceği eleştirel yargılar ve karşısındakine yükleyebileceği/bekleyebileceği sorumluluk sınırlı. Sanki günümüzde birey tek, kendini temsil etmekte… Bir ideal etrafında birleşmek geçmişte, zor dönemlerde kalmış gibi. Maslow’un piramidini düşünüyorum. Karnının doyduğu, asgari güvenlik ve temel ihtiyaçlarının karşılandığı düzende kim, ne kadar “kendini gerçekleştirme” kaygısını taşıyor ki, idealler çerçevesinde doğacak duyarlılıktan, hassasiyetlerden söz edelim? Mevcut şartlar dâhilinde, bin yıl yaşanabileceğine – bilinçsiz de olsa – kanaat getirebilenler varsa, “Bana dokunmayan bin yıl yaşasın” deyişini çok da yadırgamamalı.
Dize son derece yerinde: Hayat bir kabare dostum!
Bu kabarede ben ne diyorum, sen ne diyorsun?
Neleri duyuyoruz, nelere kulaklarımız tıkanmış?
Günün sonunda, en azından kendimize karşı beklentileri yerine getirebiliyor muyuz?
Sorular sadece bana ait değil; benimseyip paylaşan hepimizin.