Hayat ne yazık ki her zaman güllük gülistanlık değildir. Zaman zaman olumsuzluklarla, zorluklarla, acılarla, üzüntülerle karşılaştırır bizleri. İstesek te kaçamayız. Saklanamayız. Görmezlikten gelemeyiz. Hiç aklımızdan geçmeyen tatsız gelişmelerin tam ortasında buluveririz kendimizi. Üzülsek te, sıkılsak ta o nahoş dönemi, düşünce gücümüzün desteği ile bir şekilde atlatmak durumunda kalırız. Başarılar veya küçük mutluluklar bizi nasıl motive ediyorsa, olumsuzlukları da düşünce gücümüzle artı değerlere dönüştürebilmeli, varsa hatalarımızı görebilmeli ve onlardan yaşam boyu istifade edebileceğimiz öğretiler çıkarabilmeliyiz.
“İkinci Dünya Savaşı yıllarında, her türlü yokluğa göğüs gererek küçük torunu ile birlikte yaşam savaşı veren bir büyükanne, evde kalan son dilim bayat ekmeğe biraz margarin sürerek karnını doyurması için evin önünde oynayan torununa götürür. Çocuk ekmeğini ağız tadıyla yemek için kapının eşiğindeki gölgeliğe doğru zıplayarak yürürken dilimini yere düşürür. Büyükanne hemen eğilerek ekmek dilimini yerden kaldırır. Ama ne yazık ki margarin sürülmüş yüzünün üstüne düşen dilime toz toprak yapışmış ve artık yenmeyecek hale gelmiştir. Yokluk içinde torununu besleme kaygısı ile oldukça yorgun olan büyükanne duyduğu büyük üzüntü ile ellerini yukarı doğru kaldırarak “Bu yaptığın hiç doğru değil!.. Bize neden bu kadar eziyet ediyorsun? Mademki yere düşürecektin, hiç olmazsa kuru tarafının üzerine düşürseydin” diye Tanrı’ya sitem eder. Duyduğu üzüntü ve isyanın gitgide benliğini sarmakta olduğunu fark eden büyükanne, sıkıntılarını anlatmak ve öğüt almak için iki sokak ötedeki yaşlı Rabi’nin yanına gider. Olanları ağlayarak Rabi’ye anlatır. Kadıncağızı dikkatle dinleyen bilge adam, birkaç saniye düşündükten sonra oldukça üzgün olan kadına şefkat ve sevgi dolu bir sesle şöyle cevap verir. “Güzel insan!. Bu olanlar Tanrı’nın kötü olduğu anlamına gelmez. Acaba bir an için kızgınlık ve üzüntünden kurtulup, margarini ekmeğin yanlış tarafına sürdüğünü düşünemez misin?”
Bu küçük hikâye, hayattaki her başarısızlıkta, Tanrı’ya sitem edeceğimize veya şansımıza, kaderimize onlarca sahipsiz suçu yükleyeceğimize, başarısızlığımızın nedenini kendimizde aramamız gerektiğini öğütler. Büyükanne torununa ekmeği verirken onu sıkıca tutmasını ve o dilim ekmeğin ellerinde kalan son dilim olduğunu anlatarak önemini vurgulasaydı, çocuk büyük bir olasılıkla daha dikkatli davranır ve dilimini yere düşürmezdi.
Budist rahipler, gördükleri her şeyi kutsarlar. Ruhlarını olumsuzluklardan arındırırlarken, düşünce güçlerini kullanarak etraflarındaki en basit eşya veya olaylardan mistik dersler çıkarırlar. Örneğin; basit bir telefon cihazından “burada konuştuğun, oradan duyulacak”, bir tren istasyonundan “zamanında gelmezsen, bir dakikada her şeyini kaybedebilirsin”, sokakta neşe ile oynayan çocuklardan “her zaman mutlu ol, istediklerini elde etmek için de ağla” öğretilerini edinirler. Olumsuz düşünceli insanlar karşısında kendi kendilerine şöyle telkinde bulunurlar: “Elimizdeki sopa ile çamuru karıştırmak bizi yormaktan başka şeye yaramaz. Çünkü ne kadar karıştırırsak karıştıralım çamur yine çamur kalacaktır.”
Olumsuzluklar ruhumuzu sarmışken düşünce gücümüzü kullanmak oldukça zor bir uygulamadır. Hatta yapmak istediğiniz en son şey bile olabilir. Deneyim ve beceri ister. İşte bu nedenle Edison fabrikalarının duvarına büyük harflerle şöyle yazdırmıştır. “Düşünmek denilen hakiki çalışmadan kaçınmak için insanoğlunun bulamayacağı hiçbir bahane yoktur.”
Ünlü bir Çinli ressam olan Lao-Kung’un öyküsü, ‘düşünce gücüne’ farklı bir yönden bakmamızı sağlar.
Lao-Kung iyice yaşlanmıştır. Ömrünün sonuna yaklaştığını hissetmektedir. Yorgun ve bitkindir. Yanından ayrılmayan kıdemli öğrencilerinden, kendisini en mutlu günlerini geçirdiği atölyesine götürmelerini rica eder. Öğrencileri hocalarını oraya taşırlar ve hüzünle etrafında toplanırlar. İhtiyar ressam gözlerini açar ve titrek bir sesle:
- “Ağlamayın. Doğru yapmıyorsunuz. Ben sizi mutlu olmanız gereken bir ziyafete davet ettim. Hâlbuki siz ağlıyorsunuz. Ben ise hayatımın en değerli dakikalarını yaşıyorum’’ der. Sonra da güçlükle kaldırdığı eli ile yanında duran bir tablonun üzerindeki örtüyü çeker. Tablo bir başak sapını göstermektedir. Bildiğiniz basit bir başak sapı! Fakat o sap, ta zamanların başlangıcından beri gelmiş geçmiş bütün başak saplarının ruhunu taşımaktadır. Öğrencileri büyük bir huşu içinde tabloyu seyretmeye başlarlar. Birkaç dakika sonra etraflarındaki her şeyden arınmışlardır. Rüzgâr resmedilemez. Fakat onlar, o başak sapının dalgalandığını görebilirler.
Tam o sırada ihtiyar ressamın titrek sesi tekrar işitilir:
“Ben dünyanın en mutlu insanıyım. Çünkü Tanrılar o ilahi sır ve kabiliyetlerinden bir parçasını bana vermeyi kabul ettiler ve beni buna layık gördüler. Benim de sonsuzluğun eteklerine yaslanmama müsaade ettiler. İşte şu gördüğünüz başak sapı, içinde o ebedi ruhu taşımaktadır.”
Hamursuz Bayramı’mızın öyküsü, baştan sona düşünce gücünün kusursuzca kullanımından oluşan mucizelerle doludur. Bu vesile ile bayramınızı kutlar, sağlıklı ve mutlu bir bahar/yaz dönemi dilerim.
Hag Pesah Sameah!