Kentin Dönüşümü ya da Kentsel Dönüşüm

Değişim kaçınılması zor bir olgu. Ne var ki değişimin yönüne karar veren de kenti yönetenlerle birlikte onları seçen kentlerin asil sahipleri. Katılımcı demokrasilerde kamuoyu dediğimiz kesimin görüşleri bir şekilde alınacak kararları mutlaka etkiler. Mesela Londra’nın Bankside denilen bölgesi Tate Modern’le birlikte büyük bir dönüşüm geçirdi. Eski elektrik istasyonunun bir müze olarak restorasyonu başlarken takip eden yıllarda bölgenin nasıl dönüşeceğine dair tartışmalar da sürüp gidiyordu. Bölgede yeni emlâk alanları açılırken hâlihazırda orada yasayanların mağdur edilmesinin önüne geçilmesi bir öncelikti.

Köşe Yazısı
17 Nisan 2013 Çarşamba

Ruşen AKTAŞ


İstanbul hızla değişiyor. Beni buraya gelmeye ikna eden şey de bu değişimin bir parçası olma isteğiydi açıkçası. Kentin sonsuz dinamizmi, yerel bir büyük kent olmaktan Avrupa’nın en önemli kozmopolit merkezlerinden biri olmaya hızlı geçişi, 2000’lerin başında ardı ardına açılan müzeleri, çağdaş sanat galerileri ile dünyanın gözü de bir anda İstanbul’a dönmüştü. Bu süreçte dışarıdan bakan için kentin uzun zamandır atıl kalan bazı iç bölgelerinin –inner city areas- hızla dönüşüme uğrayacağı açıkça görünüyordu. Kentin eski bankacılık merkezi ve liman bölgesi olan Karaköy, İstanbul’un modernleşme sürecinin en önemli sonuçlarından olan Tarlabaşı, Galata ve Şişhane semtleri ve tabii ki Haliç.

Değişim kaçınılması zor bir olgu. Ne var ki değişimin yönüne karar veren de kenti yönetenlerle birlikte onları seçen kentlerin asil sahipleri. Katılımcı demokrasilerde kamuoyu dediğimiz kesimin görüşleri bir şekilde alınacak kararları mutlaka etkiler. Mesela Londra’nın Bankside denilen bölgesi Tate Modern’le birlikte büyük bir dönüşüm geçirdi. Eski elektrik istasyonunun bir müze olarak restorasyonu başlarken takip eden yıllarda bölgenin nasıl dönüşeceğine dair tartışmalar da sürüp gidiyordu. Bölgede yeni emlâk alanları açılırken hâlihazırda orada yasayanların mağdur edilmesinin önüne geçilmesi bir öncelikti. Tate Modern’den önce South Bank dolayısıyla zaten kentin kültür sanat arterlerinin en önemlilerinden biri olan bölge Tate’in gelmesi ile çok hızlı ve çok büyük bir dönüşüm geçirmeye başladı. Öyle ki bu dönüşüm nehrin karşı yakasını, Brick Lane ve Shoreditch’i de içine kattı. Süreç, 2012 Olimpiyatları için kentin doğu yakasının dönüştürülmesi kararında da önemli rol oynamıştı.

Benzer bir süreci Paris biraz daha önce yasadı. 70’lerin sonunda faaliyete gecen Centre Georges Pompidou zamanla etrafındaki tüm bölgelerin dönüşümüne de yol açtı. 2000’li yıllarla birlikte Marais bölgesi kentin merkezlerinden biri haline geldi. Dönüşüm kaçınılmazdı ama zaman içinde ve bölgenin dokusunu yok etmeden gerçekleşti. Aslında bu bölgenin dönüşümü Fransızların efsane yazar, entellektüel ve Kültür Bakanları’ndan Andre Malraux’ya kadar gider.  13. yüzyıldan beri Seine nehrinin doğu yakasında Paris’in çok önemli bir merkezi olan ve tarihi boyunca da kozmopolit bir nüfus yapısı barındıran bölge, 20 yüzyılda bir gerileme dönemi yaşar. II. Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiğinde oldukça yoksullaşmış ve mimari görkeminden çok şey yitirmiştir. General De Gaulle’un Kültür Bakanı olarak atadığı Malraux, 1964 yılında bölgeyi koruma alanı ilan eder ve bölgenin ‘rehabilitasyon’ ve ‘restorasyon’ süreci başlar. Paris’e bir ulusal modern sanatlar müzesi kurulması kararı alınınca da müze için Marais’nin batı yakası seçilir. Renzo Piano ve Richard Rodgers’in ikonik yapıları Centre Georges Pompidou,  dünyanın en önemli modern sanatlar müzelerinden biri olarak her yıl yüz binlerce ziyaretçiyi ağırlıyor.

2000li yılların başında İstanbul’un da benzer bir dönüşüm yaşayacağına dair umut taşımamıza yol açan işaretler vardı. Ulusal bir müze olmamasına ve kente mimari anlamda yeni bir vizyon sunmamasına rağmen eski Galata Liman bölgesinde İstanbul Modern’in açılışı, Haliç kıyısındaki eski elektrik santralinin restore edilip ek binalarla birlikte müzeye dönüşmesi, çağdaş sanat galerilerinin ardı ardına açılması, başta Beyoğlu olmak üzere kentin yavaş yavaş eski görkemli binalarını restore etmeye başlaması İstanbul’un da mimari ve kültür tarihine saygılı bir dönüşüm geçireceğine dair olumlu işaretlerdi. Ne var ki ne zaman olduğunu bilmediğimiz bir ara rüzgâr tersine esmeye başladı. Önce Sulukule yıkıldı ve yüzlerce yıldır kentin içinde bir kültürü yaşatan insanlar doğal yaşam alanlarından koparıldılar. Şimdi o kültürün yerinde yeni Osmanlıcılık anlayışının mimari olarak vücut bulmuş hali yükseliyor. Eski Sulukuleli’lerin hayal bile edemeyecekleri paralar ödeyerek yeni Osmanlı villalarında yasayanlar hangi kültürü yaşatacaklar acaba?

Fener ve Balat bölgelerinin ne olacağı hala bile belli değil. Bir yandan Unesco’nun restore ettirdiği yapıların bile yıkımla karşı karşıya olduğu söyleniyor. Bölge için hazırlanan master plan olduğu söylenen bir plana bakmıştım bir iki yıl önce; Sulukule Osmanlı villalarının benzerleri burası için de öngörülmüş.

Tarlabaşı, modernleşen İstanbul’un en gözde semtlerinden biriydi. Büyük çoğunluğunu Rumların oluşturduğu nüfusu simdi burada yeniden sıralamaya gerek olmayan nedenlerle hem Tarlabaşı’nı hem de İstanbul’u terk etmek zorunda kaldılar. Zamanla bu terk edilmiş binalar İstanbul’a göç edenlerin yeni yaşam alanları oldular. Evet, Tarlabaşı bakımsızlıktan ve yoksulluktan epey pay alan bir semt ama çözüm burayı içinde yaşayanları olduğu gibi göz ardı ederek soylulaştırmaktan mı geçiyor? Kentin merkezinde bu kadar kıymetli bir bölgenin yoksullara bırakılacağını düşünecek kadar naif değilim ama bu dönüşümün başka turlusu hiç mi mümkün değil? Sulukule’de, Balat’da, Tarlabaşı’nda var olan kültürü kazıyıp atarak ve yerine yeni, paralı bir sınıfı ikame ederek nasıl bir dönüşüm sağlıyoruz?

Kentin geleceğine ilişkin karamsar olmak hiç zor değil. Santralistanbul bir müze olarak faaliyetlerini durdurdu. Üstelik zamanında sanatçıların bir ulusal modern sanatlar müzesine dönüşeceği umuduyla bağışladıkları eserler mezatlarda satılarak! Haliç bölgesini kültür ve sanatla dönüştüreceğini umut ettiğimiz Santralistanbul gitmekle kalmadı, bölge hızla paranın ekseninde dönüşüyor. Sütlüce, Haliç, Hasköy, karşı tarafta Eyüp yeniden inşa faaliyetlerinin gözde semtleri. Buralardan her geçtiğinizde yükselmekte olan birbirinin aynısı apartman blokları ve Osmanlı mimarisine öykünen yapıları göreceksiniz.

Bu dönüşüm Taksim’de zirve yapacak elbet, başka türlüsü düşünülemezdi. Hâlihazırda kentin merkezinde kalan bir avuç yeşil alan ve 5-10 ağaçta Topçu Kışlası’nın replikasına kurban gidecek. Toplanan onca imza, bu bölgelerde yaşayanların mücadelesi, Unesco’nun uyarıları hiç bir işe yaramıyor. Bu sistemin katılımcı hiç bir yanı olamıyor ne yazık ki. Bu durumda yapılabilecek tek şey umut besleyebilecek yeni alanlar bulmak olsa gerek.