Seyahatten yepyeni döndüm. Ayağımın tozu halen üzerimde; yarın tozunu almayı düşünüyorum. Dönüşümüzün ertesine denk gelen gün çalışmayacak; çocuklar gibi şenlenecek, neşe ile dolacaktım 23 Nisan’da. Ama olmadı, gereği üzerine işe gittim... Bilirsiniz uzun bir seyahatten döndüğünüzde, hani olur ya; iyice sermişken, hayatın rutinine dönmek biraz kasar sizi, işte öyle bir şey bendeki de. Aslında, ne yalan söyleyeyim, hiç de çalışasım yoktu valla!
Şimdi, yazmama alışık olduğunuz üzere biraz geziden bahsedeceğim. Ama alışık olmadığınız bir yönü ile hadi bakalım birlikte okuyalım. Şimdi, öncelikle gezinin, ortaokul kitaplarında kalmış tanımı ile başlayalım: gezmek, görmek, eğlenmek ve de öğrenmek amacı ile yapılan yolculuklara ‘gezi’ diyoruz. Mutabıkız değil mi bu tanımda. Güzel, anlaştık o zaman. Ancak sizin ile benim anlaşmam yetmiyor; bir de gittiğiniz tur operatörünün böyle düşünüyor olması gerek, bu geziden sonra anladım ki tur operatörü her zaman sizinle aynı düşünmeyebiliyormuş (nassı kelime bu yaw) bazı ‘gezi’ lerde. Bizimkisi daha çok bir, izci kampı. İstisnasız her sabah, bildiğiniz söylemi ile “karga hacet gidermeden” yollara düşüyoruz. Sürekli bir koşuşturma, sürekli bir zamana karşı yarış. Neymiş? Görülecek çok yer varmış. Sevgili organizatör kardeşim, bir kısmını da başka sefer gezsek, olmaaaaz hep birlikte sabah koşusunda bağıra bağıra “ölmeye… Ölmeye… Ölmeye geldiiiiik” diye koşuyoruz… Otobüse doğru. Bir örnekle anlatayım efendim; diyelim ki Paris’deyiz, gezi şu şekilde gerçekleşiyor. Rehber: sol tarafınızda Eyfel kulesi, şimdi otobüslerden inelim, hızlı adımlarla ilerleyerek Eyfel’in romantik ve eşsiz güzelliklerini doyasıya seyredelim… Baktınız mı? Ben kontrol ettim hepiniz baktınız, şimdi kısaca anlatıyorum: ‘şu’ kadar yüksektir, (bir taraftan otobüse binmek üzere ilerleyelim) ‘bu’ kadar ton demir kullanılmıştır. (Yürüdüğünüz yola ya da bana bakmayın, Eyfel’e bakın sonra görmedim demeyin) ‘filan’ kadar basamağı vardır. Haydi, otobüslere tuvalete girmek tehlikeli ve yasaktır, geri kalan bilgileri otobüste ‘Sakre Kör’e giderken anlatacağım... Herkes bindi mi? (koltuklardaki kelleri sayıyor) 14 - 25 - 41 tamam! Herkes burada, gidelim…
Bir de başka bir sorunumuz var normalde bu sezonda, sıcak olacağını tahmin ettiğimiz bir yere incecik ‘ti-şört, şort ve şipidik terlik’ muhabbeti ile gitmişiz. Uçaktan indiğimizden, uçağa bindiğimiz saate kadar hiç durmadan yağmur yağmış. Hava; ayaz mı ayaz olmuş... Canım burnumda. Yağan sağanak yağmur altında açık hava müzelerine, tabiat güzelliklerine, kısacası sırılsıklam olacağımız yerlere doğru yol alıyoruz. Görünen hava kılavuz istemez, bilimsel bir sonuca varıyorum: “yağmurda dış ortam gezisi = donuna kadar ıslanmak.” Soruyorum kendi kendime; “O halde ne demeye yola devam ediyoruz?” diye. Şaşılacak şey; gideceğimiz yere varmaya ramak kala, otobüsümüz park ettiği anda, ama neredeyse her defasında, ama her defasında ‘yağmur’ duruyor, “beliv it or nat”. Yağmur durmakla kalmıyor bir de yanında hediyesi; güneş bile açıyor, biz bir güzel gezip görüp eğlendikten sonra tam ki otobüse binerken yeniden yağmur başlıyor. Sonuçta anlıyorum ki; gerçekçi olmak için mucizelere inanmak gerekir.
Bu gezide mutlaka anlatmam gereken bir konu, daha doğrusu bir ‘tipleme’ daha var; ‘hadi ci bey’ hafif göbekli (göbeğini biraz ‘hafif mertebesinde’ görmeye gayret edin lütfen; laf aramızda kendisi böyle denmesinden hoşlanıyor) bu bey. Kandilden çıkan cin misali vardığımız her yerde, otobüsten iner inmez başlıyor “haydiii otobüse binelim geç kalıyoruz” diye çığırtkanlık yapmaya. Ama inanılmaz bir şey, sanırsın fotokopi ile çoğaltılmış, her yerden karşına çıkıveriyor. Otobüsten geç mi indin? Orada! Geride mi kaldın? Ensende! Kazara tuvaletin mi geldi? Çıkışta kapıda! Durup bir bardak su mu içecen? Yudumlarını sayar bir şekilde karşında! Dur be adam, bir nefes payı ver… Görseniz; millet bucak bucak kaçıyor bu ‘zat-i muhteremden’; ona görünmeden bir dükkâna girebildiysen gezi ile ilgili bir ‘süvönir’ almayı başarabildin demektir. Ama bir de seni dükkâna girerken gördüyse bu ‘bey’, yandın! Ne alacağını alabilirsin, ne ağız tadı ile bir pazarlık yapabilirsin... Başında “hadi… Hadi… Hadi…” diyen bir tip ile nasıl alışveriş yapabilirsin ki?
Yemeklere gelince; gerçekten çok sorunlu bir konuydu. Bir keresinde 15 metre uzunluğundaki açık büfenin önünde elinde kocaman boş bir tabakla bir dostumu gördüm. Gerçekten acıklı gözler ile bana bakıp “yiyecek hiç bir şey yok! Ne yapacağız?” diye sordu… Cevap veremedim. Haklıydı, bunca yemeğin içinden bir şey bulup seçmek, zor zenaat. Sonra diyelim ki seçtin, sonra azcık ondan biraz bundan derken, küçük bir tepecik olarak dolan tabağın bitmesini müteakip, gözünün kaldığı ‘diğer bir kısım’ yemekler ile ikinci tabağı da doldurup bir güzel ‘cukkaladın’ finalde zorlukla da olsa tatlı tabağını aldın, ya sonra? Oturma bölgesi ve kemer tokası bölgesinde oluşan birikintiler... Yağan yağmurun etkisi ile pantolonlar birazcık çektiler mi ne? Yok, arkadaş olacak şey değil…
Ne demişler? Gerçekçi olmak için mucizelere inanmak gerekir. İnandık, gezdik, gördük, eğlendik, öğrendik… Latife bir yana, bu geziyi düzenleyenlerin akıllarına, ellerine sağlık. İzci kampı, yağmur, soğuk… filan ama ‘oll ovir’ çok güzel geçti.
Aaaa, şimdi fark ettim bu yazımda sebeb-i hayatımdan hiç bahsetmediğimi. Sebeb-i hayatım, bak istediğin oldu bu defa senden bahsetmeden yazıyı bitirmeyi başardım.
Bizler yeni gezilere doğru yelken açarken, sizler de ümidinizin tükendiği anlarda hayatınızda gerçekleşecek küçük mucizeler olabileceğine her daim inanın ve her zamanki gibi: Sevgiyle kalın.