Klik

Tevellüt 1962 Temmuz. Bir girdim yuvadan Şişli Terakkiye, liseden çıktım... Liseyi bitirince; bana “ne mühendisler istedi de vermedik” demesinler diye işletme mühendisi oldum İstanbul Teknik’ten… 85’de her daim aşkımla evlendim... (şaşırmayın; siz onu sebeb-i hayatım olarak bilirsiniz) Paylaştığımız hayatımızda iki çocuğumuz ile birlikte büyümeye devam ediyoruz…

Vladi BENBANASTE Köşe Yazısı
15 Mayıs 2013 Çarşamba

Nedendir bilinmez; babam bana doğum günümde fotoğraf makinesi hediye etmediği için, fotoğraf çekmeye 1990’ların başlarında başladım. 1995’lerden sonra fotoğraf iyiden iyiye kanıma girmeye başladı. Gezilerde, doğum günlerinde, ‘bas-çek’ fotoğrafçılığı dönemi beni tatmin etmemeye başlayınca, yeni arayışlar içerisine girdim. Fotoğrafa olan hevesim, bir arkadaşımın iteklemesi (sonradan fotoğraf partnerim olacak olan arkadaşım) ile Muammer Yanmaz atölyesine gitmemle ‘tutku’ halini aldı. Hikâyesi (sergideki panoda hik(y)âyesi diye yazmışım; değil mi ki Türkçe okunduğu gibi yazılır?) olan, seyircisi ile konuşan kareler peşinde koşmaya başladım, o gün bugündür koşmaya devam ediyorum… Muammer Yanmaz ve 40 Haramiler ile birlikte 1600 kişilik ‘yüz kumbarası’ projemiz ‘pek yakında’ sergi boyutuna geçecek… Bundan böyle hayatımda, her zaman fotoğraf ve sosyal içerikli fotoğraf projeleri olmaya devam edecek. Darısı başınıza… Sevgiyle kalın.

Yukarıdaki girizgâh yazısı neyin nesi? Evet, sormakta haklısınız bu; benim sergideki öz geçmişim, daha ciddi bir şeyler yazmayı denedim, olmadı. Sonra bıraktım ucunu; bu çıkıverdi… napcenııııız? Mecbuuuur, okuycanız artık…!

Bu günlerde buram buram fotoğraf kokuyorum. Uzun süren, emek isteyen iki sosyal içerikli fotoğraf projesinin ilk etaplarını bitirdik. Bir tanesi gençler ile birlikte, daha doğrusu onların lokomotif gücü ile (daha 20 sene önce, peki, peki şöyle diyeyim 20 küsur sene önce onların yaşındaydım, şimdi onlara ‘genç’ diyecek bir yaşa geldim) bir avuç kaldığımız Türkiye’de giderek kaybolmaya yüz tutan kültürümüzü, geleneklerimizi ve kültürel varlıklarımızı gelecek nesillere devredebilmek amacı ile yaptığımız bir çalışma; ‘Türkiye’deki Yahudi Mirası’ çalışması ve sergisi. Bu sergide amatör fotoğrafçılarımız, kendi bakış açıları ile çektikleri 300’ün üzerindeki ‘kare’yi (dikkat ederseniz ‘resim’ kelimesini asla kullanmamaya özen göstermekteyim) değerli fotoğraf sanatçılarımız başta İzzet Keribar ve Alberto Modiano, Rubi Asa ve hasbelkader bendeniz (şarkıcı olan değil, Vladi olan ) seçici kurulun eleğinden geçerek 50 ‘seçkin’ fotoğraf sergilendi. Sonuç ‘gelen tepkilere kulak verdiğimizde’ güzel de oldu dedirtti. Umarım on yıllar sonra, birileri bu fotoğraflara baktığında “iyi bir iş çıkartmışlar” dedirtebileceğiz.

Diğeri olan fotoğrafsal çalışmamız İstanbul’un geçtiğimiz 100 sene içinde neredeeeen nereye vardığını gösteren “100 Yılda İstanbul’un Değişen 100’ ü” Schneidertempel’de devam etmekte; “Aaaa haberim olsaydı mutlaka giderdim” demeyin; 19 Mayıs’a kadar vaktiniz var. Bu çalışmada da, (çok detaya girmiyorum ama azcık ucundan anlatacağım) 100 yıl ve daha eski fotolardan oluşan ‘arşiv’ fotolarını taradık, günümüzde yeniden hangilerini çekebiliriz, diye araştırdık ve aynı yerden, aynı açıdan, aynı ‘kare’yi oluşturmaya çalıştık. (Doğruya doğru, çalışmanın AR-GE yükünü Rubi taşıdı). Kolay olmadı ama birçoğu… Devamı sergide…

Pekiii nereden esti de böyle iki sergiye dâhil oldum? Günlerden sisli puslu bir cumartesi, birlikte fotoğraf çektiğim partnerim, yoğun mu yoğun… Bir türlü buluşup, bir şeyler yapamıyoruz. Geçtiğimiz yıl son olarak İzzet Keribar’ın (bu arada kendisinin soyadı ‘Kehribar’ değil) atölyesinde yeni yeni şeyler öğrenmişim, içimde bir fotoğraf çekme arzusu, ama öyle böyle değil. O an karar verdim. Benden daha iyi, usta bir fotoğraf sanatçısı bulup yanına ‘çırak’ atayacağım kendimi. Hemen aklıma çok az tanımama rağmen efendiliği, sakin karakteri ve ‘özendiğim’ kareleri ile kişiliği ile Rubi Asa geldi. Kendisine dokunaklı bir mail attım, kısaca; “Fotoğraf koçum olur musun? Bana yol gösterir misin?” diye meramımı açıkça anlattım. Başladım beklemeye. Hemen cevap gelmedi tabii ki. Tam ki “herhalde olmayacak bu iş” dediğim bir anda; muhteşem bir mütevazılıkla, nev-i şahsına münhasır cevap geldi; yoğunluğundan dolayı koçluk yapamayacağını bana yardımcı ve destek olacağını, birlikte çalışmaktan zevk alacağını söyledi ve hatta hazırlamakta olduğu (yukarıda bahsi geçen) İstanbul projesine dâhil olmamı istedi. O anda ‘KLİK’ diye bir ses duydum. Tamam dedim, elimden geleni yaparım. Ama ben senin kadar çekemem, filan falan dediysem de, başarılı bir öğretim taktiği olan “At denize yüzecektir” misali; “tamamdır” dedi, “Yaparsın, birlikte mutlaka başarırız…”

İşte o puslu cumartesiden beri birlikte fotoğraf çekiyoruz Rubi ile öğrenmeye, kendimi geliştirmeye devam ediyorum. Sürekli, hikâyesi olan kareleri kovalamaya devam… Şimdi düşünüyorum da tesadüflerin rolü ne kadar büyük hayatımızda. Yeterince istemek, başarmanın yarısı… İyi ki aklıma Rubi gelmiş iyi ki öyle bir yazı yazmışım, iyi ki… Vesaire, vesaire, bana kattığın her şeye teşekkürler. Şimdi gönlümden geçen, her daim birlikte fotoğraf çektiğimiz paratonerimi dünyevi işlerden koparıp bizlere katabilmek… Var mı başka gelen? 

Gerek ‘kültür miras’ı gerekse ‘İstanbul’un Değişen 100’ ü Pariz de dijital olarak sergilenme yolunda, gelişmeleri size aktarırım. Ayrıca her iki proje capcanlı, gelişmeye, serpilmeye devam ediyorlar. Her ikisinin de ikinci bölümleri ile “çok yakında” (ayn-ştayn ın izafiyet teorisini hatırlatırım) yeni, gelişmiş yüzleri ile yeniden karşınıza çıkacak. Beklerken boş durmayın o zamana kadar; kendinize mutlaka zaman ayırın, daha rahat olabileceğiniz dönemlerinizde, sırtınızı dayayacağınız bir uğraş, bir hobi edinin, geliştirin ve oluşturacağınız projeler ile okyanusta bir damla da olsa, çevrenize bir fayda sağlayabileceğinizi hep aklınızda tutun ve unutmayın “damlaya damlaya göl olur” veeeee son olarak da unutmayın; her daim…

Sevgiyle kalın.