Hasan Kesler’e,
Akşamı sabırsızlıkla bekliyordu. Fransız devi ile maçı vardı Fenerbahçe’nin. Ağabeyi de, dayıoğulları da ümitsizdi. Hasan mı? 12 yaşındaydı. Yani sessizce ümitli.
Bir telefon. Mahalleli kadınların gözyaşları. Yengesinin ölüm haberi, köyden. Uzak akraba. Hasan’ın hem annesinin hem babasının teyzesi aslında yenge. 12 yaş için biraz karışık akraba evlilikleriyle, birden yakınlaşan ölü(m).
Aile büyükleri yola çıktılar, köye, cenazeyi almaya. Kalanların sessizce oturup beklemeleri gerek, ölüm haberinden önceki Hasan gibi.
Unuttuğu bir şey geliverdi aklına: Maç! Maç ne olacak?
Yaşça kendisine yakın olan dayıoğluna yaklaştı, biraz ürkek, sordu:
-Maçı dinleyebilecek miyiz?
-Bilmem ki.
“Ben de istiyorum ama nasıl yapacağımızı bilmiyorum” demekti bu.
-Küçük radyoyu alıp üst kattaki odada gizlice dinlesek?
Ve gizlice nanik yapsak ölüme...
Hayat durdu, ölüm durdu, maç başladı, üst kattaki odada gizlice dinlenen küçük el radyosunda.
İlk golü duyduklarında, çığlıklarını bastıramayacaklardı az kalsın. Sarı lacivert kaşkolunu öpüp doladı boynuna Hasan; “İki rekât da namaz kılaydık önünde secdeye durup” dedi dayıoğlu, kıkır kıkır güldüler. İnadına goller geldi. Önce beraberlik. Sonra Fenerbahçe’nin ikinci golü, sonra yine beraberlik, sonra yine Fener...
“Fransız devi mi dinler kanaryam be!” dedi Hasan. Bir yandan azıcık zıplayıp hayali bir topa kafa atıyor, hemen ardından yatağa kuş gibi süzülerek Fransızların golünü önlüyor, onları kahrediyordu. Çanakkale geçilmezdi, dağ başını duman almıştı, yaşa Fenerbahçe’ydi. Ölüm olmasa, en yükseklere zıplar, panter gibi uçardı. Şimdi sessizce uyuması, radyonun ateşlediği rüyalarında sarı lacivert formasıyla kan ter içinde koştuğunu kimselere belli etmeden sessizce uyanması gerekiyordu.
Ne güzeldi ertesi sabah. Kahvaltı masasındaki gazeteler bayram yeri.
Çarşıda vitrinlere bayrak asanlar, sarı kartonlara dörtlükler yazanlar, gazete kupürlerini camlara yapıştıranlar.
Dayıoğlunun dükkânına şöyle bir uğrayıp, kendi dükkânlarının önünden geçti. Babası cenazeye gittiği için kapalıydı kendilerininki. Hal içinde gezintiye çıktı, oradaki renkleri-sesleri-kokuları içine çekmeye.
Dönüşte dayıoğlunun dükkânındaki yazıyı gördü: “Cenaze nedeniyle kapalıyız.”
-Allah Allah, az evvel açıktı ya burası, dedi.
Baktı dayıoğulları orada, Fenerbahçe’ye methiyeler düzen, hemen ezberlediği dörtlüklerden birini söylemek istedi, göz göze geldiler, sustu.
-Hadi eve gidiyoruz, dediler.
Dünkünden daha büyük kalabalığı evlerinin önünde gördü. Ailenin en büyüğüydü babası, taziye ziyaretlerinin onların evine yapılması âdettendi. Eve girmek istedi, bırakmadılar.
-Önce bizde bir karnını doyur da, dediler.
Kimse konuşmadı yemekte.
-Bir git bak istersen eve, merak etmişlerdir, dedi dayıoğlu epey sonra.
Bu sözleri duymayı bekliyordu. Koşarak gitti bahçe kapılarına. Kapıdaki birinin, içeriye, “Hasan geliyor” diye seslendiğini duydu.
Ne çok ayakkabı... Ne çok seveni varmış, teyzenin.
Elini yüzünü yıkadı tuvalette. Salona geçti. Ev hiç bu kadar kalabalık olmamıştı. Babasının bir arkadaşı el etti karşıki divandan: “Şöyle yanıma gel bakalım Hasan oğlum.”
Sessizce oturanlardan bazılarının, kendilerini daha fazla tutamayıp dışarı çıkışları.
Kötü bir şey olmuş. Dünkü kötü şey değil. Daha kötü. En kötü bir şey.
Cenaze defnedilirken, kalp krizi geçirmiş babası. Şu an hastanede.
12 yaşındaydı Hasan. Yani sessizce büyümüş. Babasının öldüğünü anlayabilecek kadar.
Konuşmadı. Gözü yaşlı insanlar arasından sessizce yürüdü kapıya doğru. “Babamı bir daha göremeyeceğim” diyordu içindeki ses. “Baba” diyordu. “Babacığım.”
Birden aklına çok önemli bir şey gelmiş gibi döndü, salondakilere tarifsiz azap veren bir vakarla sesinin titremesini zaptetmeye çalışarak:
-Babam akşamki maçın sonucunu öğrenmiş miydi? diye sordu.
-Evet, dedi babasıyla birlikte gitmiş olan büyük dayısı. Bana sordu, “Ne yaptı bizimkiler, haberin var mı?” diye. “Üç-iki kazandık enişte,” dedim. Önce inanamadı, sonra, “Aferin bizim çocuklara!” dedi.
Bir sevinç ışığı parlayıp söndü gözlerinde. 12 yaşındaydı Hasan. İstanbullara gidecekti daha babasıyla, maç izlemeye.