Nobel ödüllü bilim ve siyaset adamı Henderson’un güzel bir sözü vardır. “Sıkıntılarımızın yarısı cesaret edip doğruyu söylemememizden kaynaklanır.”
“Doğruyu söylememek” ucu açık bir söz izlenimi veriyor. “Doğrunun yerine yalan söylenmediği sürece ‘susma’nın ne sakıncası olabilir?” sorusunu getiriyor akla. Doğruyu söylememek için susmak daha kabul edilebilir bile olsa, kendimiz ile barışıklığımız bir kenarından zarar görmeye başlar. Hele doğruyu açıklamayı uygun görmeyip beyaz bir yalanla soruyu geçiştirmeye çalıştığımızda ise ipler tamamen kopar. En kısa yoldan geri dönüş yapıp doğruyu söyleyemiyorsak, yalanı sürdürmek tek seçenek olarak kalır önümüzde. O zaman da kar topu gibi yuvarlanarak büyür. Ezilir kalırız altında. Artık ne olduğumuz gibi görünebilir, ne de göründüğümüz gibi olabiliriz. Düz yol varken eğri yola sapmanın suçluluğunu duyar, kendimiz ile olan barışıklığımızı kaybederiz. Farkında olmasak da yalanımızın ortaya çıkabileceği korkusu sarar dört bir yanımızı. Düşüncesinden bile utanç duyarız. Şayet duyarlı ve değerlere önem veren kişilersek, keyfimiz kaçar, kendi kendimize kızar dururuz. Yaşımız kaç olursa olsun anne ve babamızın ağızlarından düşürmedikleri bir özdeyiş yankılanır kulaklarımızda. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” Gereksiz yere bir ders daha almışızdır hayattan.
Dürüstlük ulaşılması zor gibi gözükse de aslında basit ve kolaydır. Eğrisi büğrüsü olmayan dümdüz ve aydınlık bir yoldur. Sonuçları net ve karışıklıklardan uzaktır. Yaşamımızı kolaylaştırdığı gibi yaşamdan keyif almamızı sağlar. Bazı durumlarda kaybettiriyor gibi gözükse de uzun vadede hep kazandırır. En azından kendimizle barışık ve mutlu yaşamamızı sağlar.
Bir zamanlar giderek yaşlanan ve kendisinden sonra yerini alacak bir veliaht arayışında olan bir Çin hükümdarı varmış. Yerine geçecek olan bu kişinin ülkeyi iyi yönetebilmesi için, çocuklarının veya vezirlerinin arasından değil, halkın arasından seçilmesinin daha uygun olacağını düşünüyormuş.
Bir gün ülkenin bütün gençlerini huzuruna çağırarak onlara: “Ben çok yaşlandım. Artık tahttan çekilmemin ve yerime yeni bir hükümdar seçme vaktinin geldiğine inanıyorum. Bu göreve içinizden birini seçeceğim. Bu seçimi yapabilmek için her birinize birer tohum vereceğim. Bu tek bir tohum, ama çok özel bir tohumdur. Hepinizin evlerinize dönüp o tohumu ekmenizi, sulamanızı ve tam bir yıl sonra aynı tarihte bu tohumdan çıkacak bitkiyle birlikte bana geri gelmenizi istiyorum. Bana getireceğiniz bitkileri inceleyecek ve vereceğim hükme göre benden sonra tahta geçecek hükümdarı seçeceğim” diyerek hepsini evine göndermiş.
Tohum alanlar arasında Ling isimli bir genç varmış. Eve döner dönmez başından geçenleri heyecanla annesine anlatmış. Annesi ona bir saksı ile biraz toprak vermiş. Ling tohumu itina ile dikmiş. Saksıyı güneş ışığı görebileceği bir pencerenin altına koymuş. Her gün saksıya su vererek tohumun filiz verip vermediğini kontrol etmiş.
Üç hafta kadar sonra Ling’in mahallesindeki gençlerden bazıları, tohumlarının nasıl filizlendiğini ve nasıl büyümeye başladıklarını anlatmaya başlamışlar. Ama Ling’in tohumunda hiçbir gelişme yokmuş. Haftalar birbirini kovalamış ama değişen hiçbir şey olmamış.
Zaman ilerledikçe Ling’in arkadaşları saksılarındaki rengârenk çiçeklerin güzelliğini anlata anlata bitiremiyorlarmış. Umutları tükenen ve başarısızlığını kabul etmeye başlayan Ling’in ise ağzını bıçak açmıyormuş.
Aradan altı ay geçtiğinde Ling’in umutları iyiden iyiye tükenmiş. Tohuma uygun bir ortam sağlayamadığı için tohumu çürüttüğüne kanaat getirmişti.
Nihayet karar günü gelmiş çatmıştı. Saraya gitmenin bir anlamı olmadığını düşünmüş. Ama sonucu kabullenerek dürüst davranmasını isteyen annesinin haklı ısrarları üzerine saksısını alıp istemeye istemeye de olsa sarayın yolunu tutmuş.
Sarayın bahçesine vardığında diğer gençlerin getirdikleri saksılar karşısında hayrete düşmüştü. Hepsi mis gibi kokan rengarenk çiçeklerle doluymuş. Birbirlerine çiçeklerini nasıl yetiştirdiklerini anlatmakta olan gençler, Ling’in elindeki boş saksıyı görünce kahkahalarla gülmeye başlamışlar. Yakın olduğu bazı arkadaşları ise yanına gelerek “Boşver, üzülme, sen elinden geleni yapmışsın” diyerek onu teselli etmeye çalışmışlar.
Biraz sonra hükümdar gelerek gençlerin sıra ile önüne getirmekte oldukları bitkileri tek tek incelemeye başlamış. Her birini “ne kadar güzel çiçekler, bitkiler yetiştirmişsiniz” diye ayrı ayrı kutluyormuş. Birden bir arkadaşının arkasında gizlenen ve elinde boş bir saksı tutmakta olan Ling’i görmüş. Muhafızlarına Ling’i yanına getirmelerini istemiş. Ling korkudan tir tir titriyormuş. “Hükümdar başaramadığımı gördü herhalde beni öldürtecek” diye düşünüyormuş.
Hükümdar önüne getirttiği Ling’e adını sormuş. Ling de korkuyla ismini söylemiş. Elinde kuru saksısı ile korkudan titremekte olan Ling’i gören gençler gülmeye ve Ling’le alay etmeye başlamışlar. Hükümdar bir el hareketiyle hepsini susturmuş. Ayağa kalkarak Ling’i yanına çağırmış. Onunla birlikte sarayın bahçesini dolduran bütün halka “Yeni hükümdarınızı selamlayın!.. Adı Ling!..” demiş.
Ling kulaklarına inanamıyormuş. Tohumundan tek bir filiz bile çıkmamışken nasıl hükümdar olabilirdi ki?
Hükümdar konuşmasına devam etmiş: “Bir yıl önce her birinize birer tohum verdim. Sulamanızı ve bir yıl sonra bana getirmenizi istedim. Ama sizlere verdiğim tohumların hepsi kaynatılmıştı. Filiz vermeleri mümkün değildi. Ling hariç hepiniz bana çeşit çeşit bitkiler, çiçekler hatta ağaçlar getirdiniz. Tohumunuzun filiz vermediğini görünce hepiniz size verdiğim tohumun yerine başka tohumlar ektiniz. İçinizden sadece Ling kendisine verdiğim tohumu ektiği kuru saksıyı bana getirme cesaretini ve dürüstlüğünü gösterebildi. Bu nedenle benden sonra yeni hükümdarınız Ling olacak.”
Hükümdarın kararını açıkladığı ana kadar kaybettiğinden emin olduğumuz Ling’in yaşadıkları tabii ki zordu, üzücüydü, onur kırıcıydı. Ama sonuçta kazanan o oldu!..
Boşuna dememişler: “Yalan bir yıl koşar, doğru onu bir anda geçer.”
Sevgiyle ve doğrularla kalın!..