Leylekleri havada gördüğümde fazlaca zıplamış olmalıyım ki; yine seyahatteydim. Birkaç hafta önce dostlarımla birlikte “Ankara üzerinden Eskişehir’e” gittik.
Bildiğiniz üzere adettendir; yine kargalar uyanmadan yola çıktık. Kâh uyuklayarak, kâh şamata yaparak, kâh eski Ankaralı dostlarımızın anlattığı anıları dinleyerek ama her daim yemek yiyerek Ankara’ya nasıl vardığımızı anlayamadık. Uzun zamandır kafamda olmasına karşın yanı başımdaki Dolmabahçe Sarayı’na bir de bir türlü fırsatını bulup da Anıtkabir’e gitmemiş olmak bende bir şeyi eksik yapmışım gibi hissettiriyordu. Neyse ki fırsat bu fırsat bunlardan birini yerine getirdim. Atamızın ebedi istirahatgâhına ‘Anıtkabir’e gittim. Tekil konuştuğuma bakmayın sebeb-i hayatım da olması gerektiği yerde; yanımdaydı.
Biliyorsunuz fotoğrafa oldukça meraklıyım, eeee geziler kilo ile fotoğraf çekebileceğiniz yerlerdir. Tam teşekküllü kameraman olarak ben; “karanlıkta da çeker, geniş açı da çeker, net çeker, seri çeker, video da çeker, hatta halay bile çeker, arada iki de göbecik atar” özelliklerine sahip kilolarca ağırlıktaki fotoğraf makinemin hamallığını zevkle ve gururla yaparken, milletin cebinden çıkarttığı ay-fonları, ay- ped leri ile pek de güzel fotoları ‘şakırt-tadanak’ çekivermelerine ‘özenerek’ baktığımı itiraf etmeliyim.
Anıtkabir, 1. Meclis, 2. Meclis, Anadolu medeniyetleri filan derken, Ankara kazan biz kepçe bir güzel gezerken akşam oldu erken, saati geldiğinden mecburen yiyceen. Biz de gittiğimiz yere ayıp olmasın diye, naaapalım, öööle hani ucundan azcık “diiiiiiiiit”leri bir de üstüne “düüüüüüt”leri hüplettik. Naaapcen mecbuuuur. “Ay valla çatlıcam bir lokma daha yiyemem” denmesi eşliğinde, gelen tatlılar yine hatır için ucundan – ucundan ‘aaacık’ yenilmesi sureti ile bitirildi. Sonuç: yorgunluğa yenik düşen bedenler, kahvaltıya kadar yemeğe ara verdi.
Ertesi gün, bir zamanlar Yahudilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgeleri ve yine aynı yerde bulunan, ancak bugün ibadete gelecek kimsesi kalmadığı için açılamayan tarihi sinagogu ziyaret ettik. Yaşını almış ‘eski Ankaralılar’ çocukluklarının geçtiği mahallelerde buruk, heyecanlı ve meraklı gözlerle geçmişin izlerini aramaya başladılar. Artık yerinde bulunmayan mahalle çeşmesinin olduğu yeri işaret ederken; “İşte; buradan bidonu doldurur eve götürürdüm” dediğinde, evinin olması gereken yerde üzerini ağaçlar bürümüş bir kalıntıdan başka bir şey olmadığını fark ettim. Ahhh şu Ankara sabahlarının tozları, insanın gözünü olur olmadık yerde yaşartır böyle. Kısa nostaljik ‘mahalle turu’ndan sonra ziyaretine gittiğimiz sinagog gerçekten etkileyici idi, ince ince tahta işlemeler, muhteşem detaylı tavan süslemeleri, kocaman avizeler, geniş bir salon. Yakın geçmişte yapılan restorasyon geçmişin ihtişamını görmemize yardımcı oldu. Geleceğe yönelik korunabilitesinden şüphem olduğu için aldım makineyi elime ve bol bol ‘diiiit’ çekiverdim. En azından; kitaplarda “biz bir zamandık buralardaydık” diyebilmek adına.
Gez orayı, gez burayı derken öğlen oldu erken, eeee neeetcen: yemek; mecbuuuuur! Ardından ver elini Eskişehir...
Eskişehir’e daha önce hiç gitmediyseniz veya gideli birkaç sene olduysa; irademdir “tez gidile.” Bu şehir hakkında kısa ve öz şunu söyleyebilirim: “Yok böyle bir şey.” Şöyle diyelim isterseniz; “yok böyle şey”deki ‘şey’in yerine istediğiniz kelimeyi yerleştirin... Mesela “yok böyle bir hayal gücü”, “yok böyle vizyon”, “yok böyle güzellik” ve-saire ve-saire. Mesela bir örnek; şehrin içinden geçen bildiğimiz ‘dandirik’ Porsuk Çayı. Ne imiş? Ne olmuş! Bir zamanlar çevresine tehlike ve zarar verirken, şimdilerde şehre Venedik havası veren gondolları, etrafı çimen ve çiçeklerle kaplı, hepsi birbirinden farklı bir mimarı ile inşa edilmiş köprüleri ve kanal gemileri ile Amsterdam’ı geride bırakmış. Heves buyurmayınız efendim, her şeyi anlatmam na-mümkün; benim anlattıklarım sadece tadımlık.
Peki, Ankara’yı, Eskişehir’i anladık da Liv de neyin nesi? Merak buyurmayınız efendim anlatıyorum; Eskişehir’de hızlandırılmış bir şekilde bir güzel gezdikten ve gül suyu, dondurmalı, su muhallebimizi, “yok istemem valla ısrar etme yemiiceeem” diye ‘yan cep kontenjanından’ yedikten sonra İstanbul’a doğru yola koyulduk. Malum yol uzun; saatlerden aksam üstü; ya yolda acıkırsak da hiç bir şey bulamaz isek, otobüste panik çıkarsa! Neme lazım dimi ama! Otobüsümüze herkesin “aaaa neden aldınız; kim yicek bunları” söylemleri arasında derhal ekmek arası ‘diiiit’ takviyesi yaptık, teklif var ısrar yok... Kimse yemeğe mecbur deeel.
Vakitler bir hayli geç olduğunda İstanbul’a varmıştık. Güzel geçen bir seyahatin ardından bile olsa sonuçta insanın evi gibisi yok. Eve gelince, asla bizim olmayan ve dahi çocuklarımızın köpeği bizi başka kimsenin karşılayamayacağı kadar heyecan ve sevgi dolu karşıladı. Sebeb-i hayatım ile birlikte pazar akşamlarımızın vazgeçilmez rutini için salona kurulduk... Sör-vayvır seyredicez. Ben koltukta ayaklar sehpanın üzerinde... Rahatım yerinde amma velâkin; ben bir acayip miyim ne? Yok, canım vesvese, geçer, geçer şimdi... Eeee geçmiyor! Noolucak şimdi? Nedir bu göğsümdeki yanma, sıkışma, nefes alamama, ağrı ve dahi kollarımdaki uyuşma felan? Sekte-i kalp bu mu acep? Hani derler ya, hayatının son aşamasında, hayatın film şeridi gibi gözünün önünden geçer... Bende daha hiç bir numara yok, değil film, fragmanlar bile oynamıyor. Bakındım; rahmetli babam, ane-ane filan da etrafta yok... Tek gördüğüm Frigo Alaska’cı. Demek ki gidici değilim... Yani en azından henüz. İyi; sağlamdayım demek ki. Geçer diyorum, ama geçmiyor. Hafif endişeli bir ses ile ‘sebeb-i hayatımı’ çağırdım. Anında yanımda, canıııım, o da çok korktu yaw... Sonrası malum... Liv Hospital (işte Liv buradan geliyor), kolumda katater, kalp enzimleri kontrolü, elektro... Bir iki gün sonra ilaçlı sanal anjiyo,(hani ilacı bastıklarında size de ateş basandan) her şey iyi... Bitti mi, bitmedi, iki gün sonra tam teşekküllü çek-ap... Bitti mi? Bitmedi; şimdi sırada koca göbeğimi kaldırıp yürüyüş bandına çıkmayı başarabilir isem ‘eforlu’ var sonra da eko (ne olduğunu ben de bilemiyorum ama adı havalı. Mesela soracaklar; “ne yaptın doktorda?” Mağrur bir ifade ile cevap vereceğim; ‘eko’). Umarım adı gibi ekonomiktir.
Şimdiiiii; merak buyurmayınız diye siz sevgili okurlarıma özel “basen” açıklamamı okumaktasınız. Şimdiye kadar yapılan tüm testler OK... Hiij bi-şeyciğim yok. Ama hazır başlamışken geri dönüşü olmayacak en ufak bir ihtimali bile göz ardı etmemek için ‘gerekli önlemler’ alınıyor. Test üzerine test... Beni merak buyurup hatırımı çok canı gönülden soran tüm dostlarıma çok çoook teşekkürler, endişe etmeyiniz. Çok samimi yazıyorum; gayet bilem iyiyim, hepinizin bana ilettiği gibi; ailemi ve sizleri üzememek adına kendime daha iyi bakacağım... Hep birlikte yapacak daha çoook işlerimiz var.
Bu arada neme lazım diye otobüse yüklediimiz ekmek arası ‘dıııııt’lar vardı ya... Hiçbiri İstanbul’u göremedi... Doktorlar nedense “ağır bir şeyler yemiş miydiniz bugün” diye sordular, cevap veremedim, hayır son üç günü sorsalar söyliicem de...
Sevgiyle kalın...