İnsanoğlu ne kadar benmerkezci sevgili okurlar. Egosantrik yani. Kendini evrenin merkezine konumlandırıyor ve çevresini, duyularının bazılarıyla algılıyor. Bütün duygu ve duyularını harekete geçirse belki çok daha fazlasını algılayacak ama asıl ilgi kaynağı kendi kıymetli varlığı olduğundan, diğer insanlar ve konular hakkındaki fikir ve bilgisi, ancak bencilliğinin izin verdiği oranda oluşabiliyor. Alınmaya hiç gerek yok. Hepimiz aynı gemideyiz. Ben de genellemenin dışında kalmıyorum anlayacağınız. Örneğin bir yazar geliyor aklıma günün birinde ve çoktandır bir şeyler yazmadı diyorum kendi kendime. Sonra da nereden biliyorsun diye çıkışıyorum (yine kendime). Son zamanlarda bir gazetenin kitap ekini okudun mu? Büyük kitapçıların birine gidip yeni çıkanlara, çok satanlara mı baktın?
Bu arada çok satanlara maalesef inanmadığımı belirtmek zorundayım. Zamanında yayınevleriyle tek taraflı (dolayısıyla kaybedileceği en baştan belli olan) bir mücadeleye girişen bir yazar olarak, rakamların bir yanılsamadan itibaren olduğunu söylesem, üzerine bir de yemin etsem, inanın başım ağrımaz! Bir baskının 2.000 kitapla sınırlı olduğu bir ortamda, bu sayıya çoğu zaman 500’lük baskılarla ulaşıldığını (yani 2.000’e ulaşmak için piyasaya sürülen dördüncü 500 kitaplık partinin 4. baskı diye piyasaya sürüldüğünü) söylesem, durumun vahametini birazcık olsun anlatabilirim sanırım. Üstüne üstlük henüz rüştünü ispatlayamamış bir yazarsanız, satıştan payınıza düşen (alabilirseniz tabii) meblağın ne olduğunu ifşa etsem, hüngür hüngür ağlarsınız. Çok basit bir hesapla, diyelim ki kitabın satış fiyatı 100: Yayınevinin alacağı para 40, dağıtıcının payına düşen 50, size kalacak 10! Şaka gibi değil mi? Bütün emek sizin ama size reva görülen, onun biri! Acele konu değiştirmeliyim çünkü hem asabım bozuluyor, hem de hedefimden çok uzaklaştım.
Ne diyordum? Yayınları takip etmiyorum, öğrencilik yıllarımdaki gibi tezgâhlardaki, raflardaki bütün kitapları karıştırmıyorum, sonra da filanca yazar artık kitap yazmıyor diye ahkâm kesiyorum. Bu sadece bir örnekti tabii. En yakınımızdaki kişi ağrıdan sızıdan şikâyet etmezse, onun sağlıklı olduğunu varsayarız. Yakınmıyorsun, o halde hasta değilsin. E biz sorduk mu en yakınımızın halini hatırını? Mesele şu ki artık korkuyoruz. Sormak, bilmek istemiyoruz. Kaçıyoruz. Kaçak oynuyoruz. Yok bir şeyin deyip geçiştirmek işimize geliyor. İçimiz öyle bir rahat ediyor ki haberdar olmayınca! Sıkıntıda olduğunu bildiğimiz bir dostumuzu aramıyoruz; günler, haftalar geçiyor hâlâ aramıyoruz, sonra da filancadan ses çıkmıyor, iyidir herhalde deyip geçiştiriyoruz. “No news, good news” hikâyesi. “Kötü haber tez duyulur” masalı. Yok halbuki böyle bir şey.
Ne çok severiz “seni ilk ben keşfettim” demeyi. “Sen ortalıkta bile yoktun, ağaç kavuğunda yaşıyordun. Sonra ben geldim, seni buldum ve herkese tanıttım.” İşin aslı şu oysaki: Ben hep vardım (‘ben’ derken, lafın gelişi, yoksa kendimi kastediyor değilim), hep çabalıyordum, tanıyan zaten tanıyordu ama senin bundan haberin yoktu. Ne diyor yazımızın başlığı? “Seni tanımıyorum, o halde yoksun.” Seni izlemiyorum, o halde hiçbir iş yapmıyorsun. Seni görmüyorum, o halde buralarda değilsin. Bu liste böyle uzar gider.
Bütün yazan çizenler gibi zaman zaman ben de tıkanıyorum. Ya konu bulamıyorum, ya da sözcükleri bir araya getiremiyorum. Özellikle dolunay dönemlerinde. Çok eskiden korkardım artık yazamaz oldum diye. Şimdi alıştım bu hallerime.
Eşim bugünlerde Mişle (Özdeyişler) Kitabı’nı okuyor ve dikkatimi çekeceğini bildiği bölümleri benimle paylaşıyor. Kitap, özdeyişlerin İngilizce çevirisinin yanı sıra Talmud, Midraş ve kabul gören başka kaynaklardan yorumlar da içeriyor.
Kalbinin (düşüncelerinin) düzeni insanoğluna aittir ama dilinin ifadesi Aşem’den gelir (16-1).
Özdeyiş, “Kalbinin düzeni insanoğluna, ama dilinin ifadesi Aşem’e aittir” değil de “Aşem’den gelir” şeklinde olduğuna göre, insanoğlunun kendini ifade etme gücü de Aşem’in Elinde demektir. Buradan çıkarılacak sonuç “düşüncelerimizin de Aşem’den geldiğidir” (Me’am Loez).
Anlayacağınız şu ki sevgili okurlar, ne kadar ilham doluyum, ne verimliyim, ne üretkenim diye övünmek boşuna. Düşünceleri aklımıza koyan, Aşem’in Kendisi. Bize düşen, özgür irademizi (eğer özgür irade diye bir şey varsa) kullanıp, fikirleri ret veya kabul etmek. Kendini yazar sayanların marifeti, fikri kabul etmekle kalmayıp, dallanıp budaklandırarak, süsleyip püsleyerek sunmak oluyor.
İnsanoğlu fikirlerini düzenleme yeteneğine sahip olabilir ama onları açık seçik bir şekilde dile getirmesine yardım eden ve izin veren yine Aşem’dir. Yoksa sıklıkla akıcı bir şekilde konuşan kişi, nasıl olur da gün gelir gevelemeye başlar? (Raşi) Bu yüzden toplum karşısında bir konuşma yapacak olan kişinin önceden iyice hazırlanması gerekir. Aynı uyarı, yazı için de geçerli olmalı. Nitekim dindar kişilerin yazılarının hemen başında BH harflerinin bulunduğunu görmüşsünüzdür. Bunlar, Beezrat Hashem (Aşem’in yardımıyla) sözcüklerinin baş harfleridir.
Tekrar yazımızın başlığına dönecek olursak, seni tanımıyorum, o halde yoksun sözlerine verilecek en güzel cevap, anneciğimin “kendine iyi bak” dileğine verdiği yanıttır: “El Diyo ke moz mire kon buen ojos” Tanrı bize iyi gözle baksın! Hepimize! Amen.