Çarşamba gününden beri Gezi Parkı eylemini yerinden takip ediyorum. Taksim’de, Akaretler’de, Park’ta ve Türkiye’nin birçok yerinde bugüne kadar toplumsal olaylarda gördüklerimizden çok farklı bir tablo var. Sokaklarda pırıl pırıl genç insanlar var. Hemen hepsi iyi aile çocukları. Ortamda içki yok. Dışarından bakıldığında apolitik görünen tipler ama yaptıkları eylemi çok ciddiye alıyorlar. Direniş olarak adlandırdıkları bu hareketin ana kitlesi şehirli; orta sınıf, dindarı da seküler, birbirine ve farklılıklara saygılı milenyum nesli.
Çarşamba gününden beri Gezi Parkı eylemini yerinden takip ediyorum.
Taksim’de, Akaretler’de, Park’ta ve Türkiye’nin birçok yerinde bugüne kadar toplumsal olaylarda gördüklerimizden çok farklı bir tablo var.
Sokaklarda pırıl pırıl genç insanlar var. Hemen hepsi iyi aile çocukları. Ortamda içki yok. Dışarından bakıldığında apolitik görünen tipler ama yaptıkları eylemi çok ciddiye alıyorlar.
Direniş olarak adlandırdıkları bu hareketin ana kitlesi şehirli; orta sınıf, dindarı da seküler, birbirine ve farklılıklara saygılı milenyum nesli.
Hiç yurt dışına çıkmamış olanları bile dünya vatandaşı...
Dijital çocuklar olarak da adlandırılan bu nesil internetin ve mobil ekranların olmadığı bir dünyayı hayal bile edemiyorlar. Akıllı telefonlar adeta vücutlarının bir uzantısı gibi, ellerinden hiç bırakmıyorlar. Sürekli birbirleri ile her türlü mecradan iletişim halindeler. Özellikle gösterilerin ilk günlerinde çok kötü sınav veren televizyonlara hiç ihtiyaç duymadan sosyal medyadan haberleşiyorlar. Tüm bilginin anlık aktığı ortamda vızıldayan arılar gibiler, sürekli birbirlerini son durumdan haberdar ediyor, fotoğraf, video paylaşıyorlar, sosyal medyaya güncelleme mesajları atıyorlar.
Peki üzerlerine tonlarca gaz sıkılmasına rağmen barışçıl bir şekilde korkusuzca gösteri yapmaya devam eden milenyum nesli ne istiyor?
Çoğunluğu doksanlı yıllarda doğan bu çocuklar AKP iktidara geldiğinde 10 yaşlarındaydı. İlk gençlikleri boyunca tek bir lider tanıdılar. Şimdi bu liderin arada bir bira içen arkadaşlarına “ayyaş” demesine samimi olarak içerliyorlar. “Çapulculuk” terimini hiç öyle olmadıkları halde benimseyip onurlu bir tavırla şakaya vuruyorlar. Siyasilerin sert çıkışları onları sadece birbirlerine daha güçlü kenetlendiriyor. “Ben sana saygı duyuyorum, sen de bana saygı duy, sert baba gibi posta koyma” diyorlar. “Dindar nesil” vurgusundan dindar olanları bile rahatsız ve bunu korkusuzca ifade ediyorlar. Biber gazından, sopa yemekten korkmuyorlar, saldırgan değiller ama kararlılar, empati bekliyorlar ve şehirlerine sahip çıkıyorlar.
İşte bu saygı bekleyen kararlı tavırla on binler sokaklara akmış. Bazı tek tük militanlar dışında saldırı yok, sadece polis üzerlerine gelmesin, gösteriyi dağıtmasın diye barikatlar kurmuşlar. Polis TOMA’ları (toplumsal olaylara müdahale aracı) gaz yiyip kaçıyorlar ama yılmıyorlar.
İnşaatlardan topladıkları tuğlaları yarım kilometrelik zincir kurup en öne taşıdıklarına şahit oldum. Müthiş bir dayanışma duygusu ile hareket ediyorlar. Çok tedbirliler, evde hazırladıkları solüsyonlarla sürekli birbirlerinin yüzünü siliyorlar. Ellerinde yiyecek, içecek ne varsa birbirleriyle paylaşıyorlar, yardımlaşıyorlar.
Öyle fazla bir sloganları yok, liderleri hiç yok. Tek toplu sloganları “Faşizme karşı omuz omuza” ve “hükümet istifa”.
Bazıları “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyor, bazıları ise “kimsenin askeri değiliz” pankartı taşıyor.
Kürtçe slogan atanlarla ulusalcılar yan yana duruyor. Namaz kılanlara gitarlı uzun saçlı çocuklar siper oluyorlar. Çarşı ile Devrimci Müslümanlar kol kola Taksim Meydanı’na yürüyorlar.
Mizahı da hiç elden bırakmıyorlar, polis biber gazı atınca, “at at cilde iyi gelir” diye bağırıyorlar.
Daha çok dinleyen, kendilerini anlayan yöneticiler istiyorlar. Özel hayata karışmayan, doğaya saygılı, ortak karar alan, çoğulcu bir ülkede yaşamak istiyorlar.
Bu isteklerini gösterme arzuları o kadar güçlü ki aileleri dahi onları evde tutamıyor.
Yeni neslin önderlik ettiği bu süreçte Taksim’le barışamayan bir Türkiye, Diyarbakır ile nasıl barışacak?