Metroya bindim geçenlerde akşam saatlerinde. Levent’ten Taksim’e doğru yol alırken metro gittikçe yoğunlaştı. İçeriye doluşan insanların çoğu sırt çantalıydı; kulaklarında kulaklık, boyunlarında yüzme gözlüğü tarzı ekipmanlar. Kimse yanındakinin duyacağından fazla gürültü yapmıyordu. Y kuşağı geziye gidiyor dedim. Onlarla ilgili gözlemlerim çok öncesine dayanıyor. İki tane var bizim evde. Medyanın eve gelen gazeteden ibaret olmadığını çözmüşler. Youtube’da üye oldukları kanallardan izledikleri videolarla mizah geliştiriyorlar. ABD’yi sarsan PRISM skandalını (on milyonlarca Amerikalının telefon ve internet kayıtlarının izlenmesi) biliyorlar. Zaten Amerikan Ulusal Güvenlik Kurumu’nu afişe eden de yine o kuşaktan bir genç… Bu kuşak insanları V for Vendetta adlı filmi izlemiş. Meydanda takılan beyaz porselen maskenin bireyselliğin yok oluşuna absürd davranışlarla başkaldırıyı sembolize ettiğini biliyorlar. İstanbul’u seviyorlar. Şarkının dediği gibi… ’İçlerinde bir İstanbul var, ondan vazgeçemiyorlar’. Her ne kadar ‘apolitik tembel ve prensipsiz’ diye etiketlenme riskleri taşısalar da onlar hayatın tadını çıkarmayı, her şeyden mizah üretmeyi, eğlenmeyi ön planda tutuyorlar. Tamam, belki mizaçları itibarı ile ileri yaşlara kadar aile şefkatinde takılmayı seviyorlar, ancak ailelerinden gizli bir hayatları yok, her şey ortada ve eleştiriye açık. ‘Anne en önde değilim ortalardayım.’ diye slogan açmışlar. Yaratıcılar. Onlar için sosyal medya aktivizm yeri yurdu değil. Onlar için sosyal medya bir yaşam tarzı. Doğum günü davetlerini de oradan yapıyorlar. Orada gördüklerinin ve okuduklarının gerçekliğini sorgulamayı da öğrenmişler. Takım oyununa yatkınlar, ama içi boşaltılmış sloganlara da sorgusuz ayak uydurmayacak kadar bireyseller. Bireysellik paketinin bir parçasının ara ara bilgisayar başından kalkarak eyleme geçmek olduğunu da biliyorlar.
Kadir Kaymakçı’nın bu kuşağı Ağaca Tüneyen Baron’a benzettiğini okuyunca çok şaşırdım. Zira aynısı aklımdan geçiyordu. Bu roman, Cosimo adlı bir çocuğun bir akşam yemeği sırasında soylu babasının kasıntı davranışlarına tepki olarak ağaca çıkmasını, ömrünün geri kalanını hiç yere inmeden ağaçlarda geçirmesini anlatır. Kendisi de bir soylu olduğu halde rahat yatağından, sıcak yuvasından uzakta bir hayat. Düşüncelerini özgürce yaşayarak… Kendi giysilerini suyunu temin ederek… Kendine sadık kalıp değişmeyerek… Sevdiği kızdan bile bu uğurda vazgeçerek… Bu kitap basit bir hikâyeden fazlasını taşıyor. Küçücük bir kıvılcımın, beğenilmeyen bir yemeğin, tüm hayatı ve belki de başkalarının hayatını tamamı ile değiştirecek bir harekete dönüşebileceğini anlatıyor. Bir kıvılcımın ışığında dünya bile değişebilir.
Bu yüzden yine şarkının dediği gibi onlar kanatlanıp gitmek dururken içlerinden taşan sevgi ile dört duvar içinde hapsolmuşlar… Amaçsız gibi görünen hayatlarında yaşamak için bir neden ararken, uğruna soluksuz kalacak bir neden bulmuşlar.
‘Söylemek istediğini söyledin. Bunu hepimiz anladık artık in aşağıya’ diye ağacın dibine gelen babasına eliyle ‘hayır’ işareti yapan Cosimo gibi, artık o ağaçtan zor inerler…