İnsanoğlu henüz doğar doğmaz ilgiye muhtaç bir halde dünyaya gelir. Muhtaçtır çünkü acizdir ve bunun farkında bile değildir. Farkına vardığında zaten ihtiyaç duyduğunu anlar zaten. Bebek ağlar ve karşısında hemen sevgiyi bulur ardından sütü verecek birisi gelir. İstek, ihtiyaç vardır birisi giderir. Bebek hem sevgi almaktadır hem de emniyette olduğu hissini tatmaktadır. Yaş ilerledikçe baba kavramı da ortaya çıkar. Baba eve ekmek getiren, çocuğa güven hissini veren kişi olarak yerini alır. Hem para hem güvence... Anneyse halen sevgi ve anlayışı vermekte devam edendir. Yıllar geçtikçe bu emniyet hissi okul, para veya başarıyla karşılanıp, doldurulur, doyurulmaya çalışılır. İnsanoğlu bu safhada olduğu yer, ev, eşya, arkadaş ve akrabalarıyla bağ oluşturmaya başlar. Bağlılık kimi zaman bağımlılık haline dönüşse bile bulunduğu ortamının sürekliliğidir ona güven hissini veren. Alıştığı, sevip bildiği, kendini rahat ve huzurda hissettiği çevredir artık. Daha büyük dünya açıldığımızda mahallesi, şehri, ülkesi hatta başta olan hükümet bile bu yakınlık ve güven hissinin parçası olmaya başlar. Peki, sevgi veya emniyet hislerinden biri olmadığında ne olur acaba?
Güven denilen olgu aslında kendimizin olduğunu düşündüğümüz bir şeyi karşımızdaki kişiye emanet etmekten öte değildir. Bu fikir olabilir, hisler olabilir, hatta beden bile olabilir. Seçimlerde oyumu, paramı bankaya vermek emniyetim içindir. Sırrımı arkadaşıma teslim etmek de güvenmektir. Kalbimi sevdiğimin ellerine bırakmak ya da aklımın şifresini birine emanet etmek... Bunda da bir şey yok. Ek olarak bu güven hissi elinde olan gücü karşındakine vermeye ya da karşında olan güce boyun eğmeye varıyor. Ancak güvenle birlikte görülmeyen bir beklenti de oluşuyor. Genelde bu beklentiden de karşımızdaki kişinin haberi olmuyor. Konu bankaya para yatırıp güvenmek değilse anlaşma karşılıklı hazırlanmıyor ve sonuçta da hüsran, hayal kırıklığı ve acı oluyor.
Hepimiz farklı ülkelerde değişik kültür ve yaşam tarzlarına denk geliyoruz. Çoğu zaman bunu ‘alıştığımız’ ortamla kıyaslayıp belli sonuçlara varıyoruz. Genelde de ya onları ya kendimizi yargılamak yolunu seçiyoruz. Avrupa ve Amerika gibi Batı kültüründe olan bireysellik yaşamıyla Türkiye gibi ülkelerde olan kolektivist ortamı karşılaştırıp kendimizi üzmekten öte gidemiyoruz. Tutarlılık, süreklilik veya istikrar adı her neyse aranan hep güvenlik ortamıdır. Çoğu şey aynı kalsın sadece ben değişip ilerleyeyim zihniyetiyle adımları atıyoruz. Ya da atacak ortamı yaratmaya çalışıyoruz. İşin gerçeği her şeyi aynı tutup değişim olsun istiyoruz... Aslında toplumların birinde sana ağacın dallarından biri olman öğretiliyor; diğerindeyse sana ağacın kendisi olduğun yaşatılıyor. Kim hangi sisteme daha uygundur baştan bilinmez. Ne zaman ortaya bir karmaşa çıksa, bunun farkında olmayan insan, sorgulamasına girip, şikâyet etmeye, dertlere sarılmaya ve gerçekte olmayan endişeleri bünyesine almaya başlıyor. Sonunda da bir suçlu aramaya çıkıyor. Ya ebeveynleri, ya arkadaşları veya eşini dostunu suçluyor. Daha da ileri gidip, sorunu, başında olan otorite, anne, baba, politik parti veya hükümete kadar yüklemeyi seçiyor. İşin aslı her şey bende başlar bende biter zihniyetinde saklıdır. Bu dünya benim için yaratıldı...
Konu ben olunca, yalnızlık konusunda üç farklı ortamı gözlemledim. Fiziksel, zihinsel veya ruhsal yalnızlık... Kişinin tek başına oluşu veya kalışı bireyselliğin temelidir. Bunun adına kendinle baş başa kalmak deniyor. Yalnızlığı sevmeyen kendisiyle barışık olmayan kişiler bunu telâfi etmek için çareyi dışarıdan arayan oluyor. Bol arkadaşı olan sürekli çıkan gezen insanlara bakın genelde yalnız kalmayı sevmezler ve sürekli birine bağlı ya da bağımlı olarak hayatlarına devam ederler. Zihinsel yalnızlığı yaşayan kişilerse kalabalıklar içinde akılda kalanlardır. Kimse onu anlamaz veya onun karşılıklı konuşup anlaşacağı kimseler yoktur. Sebebi o kişi kendisini anlamıyordur ve suçluyu dışarıda arayarak yalnızlığına sitem edendir. Bunlar içinde en zor olanı ruhsal yalnızlık noktasıdır. Bu boşluk ya da karanlığın dolması en zorluk içeren halidir.
İçimdeki boşluğun hiç bir zaman yemek, içecek, kılık kıyafet, araba, ev veya maddi getirilerle dolmayacağını anladığım şu sıralarda ruhani boşluğa ulaştım. O boşluk insanın özünde olan boşluktur. Tam olmamak hissi, mükemmel olamamanın farkındalığı ve eksik kalması halidir. Bu boşluğu doldurmak, tamamlanıp tam olmak nasıl olur?
Asrın dehası Sigmund, id, ego ve süper egoyu keşfettiğinde, aslında bahsi geçen olgular zevk peşinde olan beden, mantıkla hareket eden akıl ve otorite olup yargılama gücüne sahip ruhtan öte miydi acaba? Beden, akıl ve ruh üçlemesinde dikkat edilirse akılla ruh çatıştığında vicdan azabı, suçluluk duygusuna yer veriyor aynı şekilde akılla beden çatıştığındaysa endişe kaygı ve sıkıntıya yol açıyor. Adına anksiyete bozukluğu deniyor. Sonuçta akıl öyle ya da böyle, bedene fiziksel veya zihinsel hastalık davetiyesi çıkartıp telafisi en zor olan ruhsal sorunlara yol açabiliyor.
Sevgi ve emniyetin yanında hayat için bir hedef de eklemek zorundayız. Bu hedef arayışında, ruhun besin kaynağını bulmak çok zor ancak yalnız hisseden ruh kendine ikizini veya üçüzünü aramıyor. Bunun bile farkında olmak belli bir aşama, kendini aşmak sürecidir. Aranan her neyse, adına genel anlamda fiziksel seks veya zihinsel aşk demek yeterli olacaktır kanısındayım. Ancak ruh, ne seks, ne de aklın aşkıyla doyuma ulaşamıyor. Aradığı kendine bir eş, eşit, ikizi değildir. Bulamadığı Kaynak’ın kendisidir; bu gıda, tam olma, tamamlanma arayışının kolay karşılık bulamayacak olan besin kaynağıdır.
Bu yüzden ya Sigmund’un dediği gibi insanoğlu bedensel zevklerin peşindedir ya da Viktor Frankl’ın ısrarla düşündüğü gibi, insan aklı, hayat için bir anlam arayışındadır. Naçizane fikrim ruhun kısıtlı bir beden içinde olan yolculuğunda zevk almak adına, akıl sadece ona tuzak ve engelleri sunandır. Aslen aranan, özümüzdedir; ezelden ebediyete var olacaktır. Kaynak her şeyin hem özü, hem başı hem de devamıdır.
Kaynak arayışıma, son zamanlarda, bilgisayar başında, genelde gençlerle yazışarak devam ediyorum. Sebebini düşündüğümde şu sonuca vardım: Etrafımda olan yaşıtlarımla bir yere gelmiş, belli bir birikim, bilgi ve bilinç seviyesine ulaşmışım. Gençler bana, benim bildiklerime farklı bir bakış açısı getiriyorlar. Konu aynı, zihniyet değişik ve bu durumdan son derece memnunum hatta mest bir haldeyim. Onlardan hem sevgi görüyor hem de güven alıyorum. Hedefim de belli oldu, daha ne isteyeceğim ki? Kaynak nedir, nerdedir sorusuna farklı açılardan bakan biri oluverdim.