Gelecek sene 25. yılımızı doldurmuş olacağız. Dile kolay; neredeyse hiç ara vermeden 25 yıl. Küçücük bir alanda, 7x24 bir arada, genelde masa başında. Sabah gerçekten martılardan önce kalkıp güne, bütün gece bir şeyler yememiş olmanın verdiği büyük açlık ile başlarız küçük bir ‘neskafe’ ile. Mürettebat uyanıp da kahvaltı masasını kurana kadar oyalanmak için, ‘Pöti de-jöne’ yi müteakip sağlık için meyve vesaire, öğlen saatinde: mükellef bir yemek, ardından ‘dijestif saati’ tatlılar, sonrasında ‘gute’, ara vermemek adına ‘fayf oklok ti’ de masada kalan son kek diliminin ardından ‘epi aur’, devamında ‘akşam yemeği’ ve yatana kadar ara öğünler akşam kuruyemişi, akşam gofreti, akşam meyvesi... şeklinde ‘basitçe’ sıralayabileceğimiz yemeklerde, tıksırana kadar gülerek ve hoşça vakit geçirerek; hep aynı masada hep aynı insanlar, amma ve de lakin 25 senede dökülen, ağıran saçlar ve sürekli genişleyen kemer boyutları...
1989 ilk mavi yolculuğumuz, kızım daha planda bile yok; oğlum bir yaşına henüz basmış. Başımızda gençliğin sarhoşluğu klan üyelerimizle on günlük bir seyahate çıkıyoruz. Şimdilerde bakıyorum da tüm ekiple on günlük bir tatil? Aradan geçen yılların farklılaşan öncelikleri, artan sorumlulukların omuzlarımıza bıraktığı gam, tasa, dertler... O zamanlar tüm bunlar henüz küfeyi doldurup bizlere ağırlık vermeye başlamamış. Bugün “On gün gider misin deseler?” Tek bir söz bile söylemeye hakkım yok. Gidebilir miyiz? Bence hayır... Nasıl olur? İş, güç, aile, filan toplantısı, falan düğünü, sınav, nişan, gelinlik bakma, (kendi kendinize icat çıkartmayın. Evlenen kimse yok söz gelişi, misal olarak diye şey ettiydim) çoook işimiz var çoook... Mümkün değil... Hey gidi günler hey... Boşuna demiyorlar deli-kanlı diye. Şimdi akıllı-kanlı olduk ta ne oldu?
O zamanlar ay fon, blek beri filan yok, wats-ap, feys taym desen hayal bile edilmiyor; varsa yoksa 20 litrelik benzin bidonu misali akülü, arabada kullanılmak üzere yapılmış telsiz telefonlar var. Malum çocuklar yeni doğmuş, ‘hafif’ bir vicdan azabı var onları terk ettik! Gezmeye gittik diye gereksiz mevzuları merak edip, vicdanımızı rahatlatıyoruz... Öğlen uykusunda kaç saat uyudu, saçı uzadı mı? Diş etleri çok ağrıyor mudur? Acaba sütünü ‘yeterince’ içmiş mi? ‘Gurk’ yapmış mı? Meyve püresinin içinde büyük parça kalmış mıdır? Ya boğazına takılırsa? İlk uçakla dönsek mi? Altı kuru, sırtı pek mi? Bizleri çok özlemiş mi? Ben yokken yürümeye başlarsa, ya da daha kötüsü; ilk kelimesini konuşursa... “Ben ne yaptım da tatile çıktım?” havasındayız... Tüm bu cevaplanması gereken derin içerikli problemleri öğrenmenin tek yolu var; devrin müthiş icadı ‘telsiz telefon’ ama öyle oturduğun yerden çalışmaz, oradan çekmez, buradan olmaz... Sistem daha yeni, ‘kapsama alanı’ kelimesi literatürde bile yok... Çocuklardan haber alacağız ya, geminin yelken direklerine mi çıkılmadı? Zodyaklara binilip gözler göstergede ‘kapsama alan’ mı aranmadı... Neymiş? İçimiz rahatlayacak ya. Konuşma da konuşma olsa bari, hat bir çekiyor bir çekmiyor, konuşacak taraşardan biri, zaten konuşmasını bilmediği için ‘doğal’ olarak konuşamayacak olan bir ‘velet-i zat’, telefonun diğer ucunda (bu biz oluyoruz) kendini paralayan tipler; “Margariiiiit nasılsın kızıııım”, “maymun de” (kelime hazinesi kontrolü), “anne yakında dönecek, seni çok özledik”, (ağladığı sesine yansımaya başlayınca) “Bak, baban da seninle konuşmak istiyor...” Sen; iki kelime konuşacağım diye kendini paralaya dur, velet-i zat, oyuncağının kulağını emmekle meşgul, şansın var ise kulağına, kulağına tutulan telefonu elinin tersi ile iterek sıkıldığını belirten bir ‘nihayyyya’ edası duyma ihtimalin var... Terk ettiğimiz çocuklarımızdan bunu bile duymaya razıyız. Hoş benim oğlan ilk ‘baba’ diyeceğine ‘ay dede’ demişti. Sen misin onu bırakıp giden? Aklınca benden intikam alıyor olmasın? İnadına ‘baba’ yerine ‘ay dede’ diyor... Derin muhabbet sonrası; ağzı kulaklarına varmış, hallerinden son derece memnun, torun ile gününü gün eden anne ve babalarımızı sorguya çekme zamanı... Yedi mi, içti mi, tı mı?
O zamanlar bel çapımız bir metrenin çok altında. Kibrit kutusu büyüklüğünde beyaz peynir, Etimek layt, yağsız süt, haşlama kabak, sayıyla yenilen meyveler, sabah-öğlen-akşam gün başına üç gözlü ilaç kutuları hayatımıza girmemiş. Hareketlilik doğal, şu kadar dakika yüzeceksin, bu kadar dakika yürüyeceksin, yok... Yakıyor vücut... Gelsin kaşarlı sucuksuz yumurtalar, gelsin kızartmalar, gelsin baklava börekler, çikilatalar peskövitler. Sorun değil... İlk birkaç sene malzemelerin yetmeyip farklı limanlardan takviye yaptığımız yılları saymaz isek aradan geçen 24 sene boyunca her sene çeşit ve miktar azaltmamıza rağmen, her defasında malzemelerimiz artıyor. Ne kadar acıklı değil mi? Not alıyoruz; bir sonraki sene listeden çıkarmak veya daha az almak için... Ömrümüz, sağlığımız ve sitüasyonumuz el verir de bir 25 sene daha gitmeyi başarabilirsek, korkarım, sadece mürettebat için yemek alışverişi yapacağız... Tam ki sohbete başlayacaktık yine yerimiz bitti galiba. Telaş buyurmayınız; kapatıyorum.
İlk maviye başladığımız zamanlardan daha da önceki tarih öncesi devirlerde, hatırlar mısınız, tek kanal siyah beyaz televizyon döneminde rahmetli Fecri Ebcioğlu vardı. Cumartesi akşamları, o zamanlar için muhteşem olan bir eğlence programı yapardı, kaçırmamaya özen gösterirdim. Programın bitiminde bir şarkısı vardı kapanış için, o şarkı başlayınca anlardık ki program bitti: Bu akşamlık bu kadar üzülmeyiniz / Yarın yine geliriz, hoşça kalınız / Gülünüz, seviniz, hayat çok kısa/ Eğlendikse ne mutlu, şayet hepimiz. / Bu akşamlık bu kadar bitti vaktimiz, / Yarın akşam geliniz, yine bekleriz.
Tam hatırlayamıyorum ama bu minvalde bir şeydi sanırım, herhalde, eminim, galiba... (Eskileri hatırlayıp yenileri hatırlamamak? Yok canıııım daha neler, ne demeye getiriyorsunuz siz?)
Rahmetlinin şarkısında söylediği gibi; gülünüz, seviniz, hayat çok kısa...
Sevgiyle kalın...