Efendiiim, başlığı okudunuz. Hatta arkadaşım Dalya da muhtemelen okudu ve yine muhtemelen “Eyvah! Bu (ben oluyorum) şimdi ne yazacak? Benden (bu da Dalya oluyor) mi bahsedecek?” şeklinde hafiften bir huzursuzlandı. Hayır efendim, bu dalya o dalya değil bu: 100 manasındaki olan. Anlatıyorum; 100’ ün yazımızla alâkasını; bilenler bilir eski dönemlerde Fransa’daki otellerde tuvaletler her odada değil, her katta bir tane olmak sureti ile hacet giderilir, su yoluna gidilirdi. Bu önemli odaların diğer odalar ile karışmaması ve her önüne gelenin odanızın içine girip hacet giderme ihtimalini ortadan kaldırmak, bizim çocuğun affedersiniz ‘şeyi’ gelmişti de, amcası şurada bi ‘şey’ ettiriversek dememeleri için çareyi; tuvalet amaçlı odanın kapısına ‘numarasız’ manasına gelen 00 (San numero) yazmakta buldular. Gelin görün ki Frenkçe’de ‘100’ rakamının yazılışı farklı olmakla beraber okunuşu yine (san). Pekiii biz ne yapmışız? Kapısında 00 yazan bir odaya; “her halde başındaki 1 düşmüştür, yarın Fransua usta gelir takar, 00 diye numara mı olurmuş? Bu olsa olsa 100 numaradır zaten ben duydum ‘san’ numero diyorlar” diye diye Fransızların ‘numarasız’ını bir güzel ‘100’ numara olarak Türkçemize almışız. İşte benim bahsedeceğim 100 bunun üzerine dersem inanmayın sırf zıpırlık olsun diye yazdım.
Peki, baştan başlayalım o zaman: 8 Nisan 2009. Bu tarih size bir şeyler hatırlatıyor mu? Hayır, bilemediniz, doğum günüm 14 Temmuz, hazır Fransızcadan başlamışken; “katorz jüye” Fransa’nın kurtuluşu; hep birlikte kutluyoruz yıllardır. 8 Nisan 2009 benim ilk yazımın Şalom’da çıktığı tarih... “Maksat çocuk mitsva yapsın” ile başladığım bu macera 100. defa karşınızda... İşte bizim 100 bu 100. Düşünüyorum da ilk Şalom’a gittiğim günü hatırlıyorum; toplantı masasının etrafındayız, samimi bir ortam içinde Genel YayınYönetmenimiz İvo beni diğer yazarlara tanıştırıyor. Vladi arkadaşımız aramıza yeni katıldı, toplumsal hiciv konularını yazacak vs vs diye… Hani olur ya birden bire bir sürü göz size bakar... Siz de bön bön kalırsınız.. Neden böyle derler bilmiyorum? Yenisinizdir, ortama yeni yeni alışıyorsundur. “Çiçeği burnunda” derler sizin için, işte tam o durumdayım. Aradan 4 sene 3 ay ve 99 yazı geçmiş... Arada bir aynada burnuma bakıyorum, şükür çiçek halen orada duruyor. Sizleri bazen ‘düşündürüp’, bazen ‘duygulandırıp’ , kimi zaman ; “işte bu bizim ev halimiz” dedirtebildiysem ve dahi kimi yazılarımı okuduğunuzda ‘içinizi ısıtabilmiş’ ve yanağınıza arada bir ‘küçücük bir gülümseme’ kondurabildiysem, hepinize çoook teşekkürler beni çok mutlu ettiniz.
Gazete toplantılarında, kimi zaman üstü kapalı kimi zaman adım verilerek ayan beyan ama her daim ‘tatlı tatlı’ uyarılıyorum ; “Köşe yazısı dediğin, adı üstünde bir köşeye sığacak kadar” olmalıymış, öyle diyor bilenler. Aksi takdirde okuyucu sıkılırmış, okumazmış. Ben ilk günden beri istikrar ile bu temel kurala uyamadım .( dikkat uymadım değil uyamadım) Daha ilk yazım bir köşe yazısı olmaktan çok bir ‘tam sayfa yazısı’nı andırıyordu. İnsanın kendini bilmesi önemli bir meziyettir. Kısa yazabilmek bir kabiliyet, o da bende yok. Napacan? Bazen uğraşıyorum kısaltayım diye... Olmuyor. Ben de yazmayı becerebildiğim gibi yazıyorum. Bugüne kadar mail adresime ‘san numero’ kadar olumlu olumsuz eleştiri geldi desem, yukarıda aldığınız Frenkçe dersten sonra ne anlarsınız? Evet! ‘00’ adet yazılı eleştiri aldım. (istisnalar için bakınız ileriki satırlar Bu, tahminen, çok beğenildiğimden değil, okuyucuların kibarlıklarından veya üşengeçlikten. Gittiğim pek çok ortamda, okurlarımla karşılaştığım her mecliste, hoşuma gidecek şeyleri söylemekte hiç cimri davranmadınız. Sağ olun var olun. İstisnalara gelince; hakikaten istisna sınıfında kalacak kadar az olmaları benim için sevindirici. Yurt dışından üç ciddi (ciddi ne demek konuşuruz) eleştiri aldım, iki tanesi saldırı niteliği taşıdığı için, kaale almadım… Birine ise saygı çerçeveleri dâhilinde yazıldığı için değer vererek aynı şekilde saygı ile cevapladım. Yurt içinden yazılı olarak 1- 2 eleştiri aldım, derdimi anlatmaya çalıştım, ama hani derler ya, karşındakine anlayabileceği kadar anlatabilirsin. Herhalde ben onun bana anlattıklarını anlayamadım, anlaşamadık...
4 sene boyunca, reklamlardaki yazılar benim yazılarımdan ilginç ve çekici olmadığı taktirde, bir kere de, yanlış bir teşhisten dolayı ‘şey’ (bu yukarıdaki ‘hacet’ manasındaki ‘şey’ değil bildiğiniz ‘kanser’ (ama sebeb-i hayatım adından bile korktuğu için biz ona kısaca ‘şey’ diyoruz) hastalığına yakalandığımı zannettiğim (açıklama: aslında yakalanmamışım yanlış teşhis olamaz mı yani? Merak edenlere arşivde var. hem de üç seri yazı) bir tek hafta hariç hiç aksatmadan her iki haftada bir karşınızda oldum. Suya sabuna dokunmadığım hissi vererek, kimsecikleri incitmemeye özen göstererek, inceden inceye dokundurarak ‘karaladım’ durdum. Aslında istediğim halde, ortamı uygun görmediğimden sadece 1 tek kerecik politik konuların yakınından geçen yazım oldu. Beğenildi, bazı dergiler alıntı yaptı, bazıları tamamen yayınladı ve hatta Fransa’da da kısmen alıntı olarak yayınlandı... Genelde yazılarım, benden, çevremden... Kimi zaman benim başımdan geçen, kimi zaman da başkalarının anlattığı olayları, biraz da nane tozu, keten tohumu katarak sizlere organik olarak sunmaya çalıştım, katıksız, doğal... Dumanı üzerinde...
Her yazımı 2 ayrı günde 4 aşamada yazıyorum 1- Karalama 2- Ben yazmamışım gibi okuma 3- ifade editi; çıkarma ekleme 4- imla düzeltmeleri. Toplamı, üst üste koyduğunuzda 3-4 saatimi alıyor. Feda olsun size... Bana 400 saat borcunuz var . Karşılığı: sevginiz... beğenileriniz... eleştirileriniz... iyi ki Sibel yıllardır ken di aramızda yazdığım yazılarım için “yaaw bizim gazetede yazsana” demiş, iyi ki Ester değer verip yazılarımı okumuş, iyi ki İvo onaylamış...
İşte bu hafta kısa yazdım, ( yalan 600 kelime hakkım var 930 gibi olmuş) bu defa sizler beni okuyun diye köşemi hoşgörünüze sığınarak kendime ayırdım. Eeee 100 yazının birinde olur di mi?
Bir dahaki dalyaya kadar hoşça kalın, ama ne olursa olsun hep ... ile kalın. (fiil in the blenks ).