Remzi Kitabevi’nin aylık yayımladığı Kitap Gazetesi’nde Irmak Zileli’nin sorularına yanıtlarımdan
Kuşkunun olmadığı yerde öğrenme, araştırma, sanat ve bilim olamıyor…
Eski Türkçedeki tecessüs (İngilizcede curiosity) kelimesiyle karşılığını bulan bir davranış vardı. Belki de tecessüsümüz çok güçlü değil, merakımız ise yüksek. Çünkü tecessüs daha ziyade öğrenme ve anlamayla ilgili bir şey. Diğeri dedikodu (kendimiz için bilmek, karşımızdakini düşünmeksizin) düzeyinde bir merak… Daha derinlemesine öğrenme ve anlama da yine belirsizliğe tahammülle ilgili bir şey. Bir süre bir sonuca ulaşamayacağınızı bilseniz de uğraşmak… Bilim böyle bir şey mesela. Amerika’da beraber asistanlık yaptığım doktor arkadaşlarımla 1990’ların başında başlamış olduğumuz çalışmalar ancak bugün buluşlara dönüşebildi. Şimdi bir ilaç bulmak üzereler mesela. 20 yıl uğraştılar. 20 yıllık bir belirsizlik demek bu. Benim gibi aceleciler bekleyemedi, gruptan koptu. (Hemen) bir yere varmayan işlerle uğraşmak çok önemli. Bu sonuç odaklılık var ya, modern üretim biçiminin getirdiği… İşe yarasın ve hemen yarın olsun! Yarına ne roman yazılır, ne bilimsel araştırma yapılır, ne bir ilişki kurulur. Yarın 20 yıl sonrasına göre daha belirli, daha ‘az belirsiz’. Yarın havanın nasıl olacağı bile belli, ama vade uzadıkça belirsizlik artıyor. O nedenle, belirsizliğe tahammül uzun vadeli düşünebilmekle ilgili bir kapasite getiriyor. İnsanda neredeyse 40 bin yıl önceki bir beyin gelişim hamlesiyle ortaya çıkmış bu özellik sayesinde, uzun vadeli düşünebildiğinizde (geleceğe) yatırım yapabiliyorsunuz. Uzun vadeli düşünebildiğinizde İstanbul’un kuzeyindeki ormanları kesmiyorsunuz. Hayata cebinizi en geç yarın mümkünse şimdi doldurmak için baktığınızda ise, 20 yıl sonraya kim öle kim kala dediğiniz için ortalığı doğayı çevreyi talan etmekte bir sakınca görmüyorsunuz.
Cesaretin ilk adımı korkmak diyorsunuz kitapta… Bunu açalım mı biraz?
… cesaret gibi korku duygusu da belirsizliğe benzeyen bir duygu. Denetim altına almanız gereken (yok etmeniz gerekmeyen) bir duygu, sizi ilerletebilen de durdurabilen de bir yanı var. Korkusuz cesarete gözü karalık denir. Gözü pek kişi ise korkabilen kişidir. Gözü kara ise genellikle durumun farkında olmadan cesaret gösterse de, özünde korkak olabilir; olayların heyecanı yatıştığında ne yaptım ben diyip hayranlarını hayal kırıklığına uğratan, ama öncesinde bol bol atıp tutan ‘kahraman taslakları’ gibi. Korkak birçok kişi tesadüfen cesur hareketlerde bulunabilir. Cesur olan kişi ise mücadele nesnesini de doğru seçer. Kendini bilmez ve gözü kara iseniz ataklık yaparsınız ama zarar verici de olabilirsiniz. Ülkeleri savaşa sürükleyen liderler mesela… Ne olacağını kestirebiliyorsanız doğal olarak korkarsınız, zarar doğmasını istemezsiniz.
Korkmasına rağmen bir şeyi yapması kişiyi cesur kılıyor galiba.
Tabii, (yaptıklarınızın) değeri artıyor. Korkuya katlanma bedelini ödüyorsunuz, orada bir emek var. Korkuyu aşarak yaptığınız eylem, emek verilmiş eylemdir.
Aşarak dediniz. Aşmak eylemi aynı zamanda cesareti gösterenin de dönüştüğünü ifade etmiyor mu?
Doğru, tabii. ‘Trans’-, aşkınlık gibi. ‘Ötesine’ geçiyorsunuz, o yüzden korku anlamsızlaşıyor. Çocuklara da korkusunu doğru yere yönlendirmesini öğretiyoruz. Korku en temel duygu, güvendiğimiz insan ise bizi korkutmayan insandır. İyi bir otorite korkutan değil verdiği güven ile dünyanın verdiği korkuyu gideren otoritedir. Otorite saydığınız kişi sizi korkutarak kontrol altında tutuyorsa orada otorite değil, baskı vardır…
Yol mu önemli, yoldaş mı?
(Peryön dergisi için hazırladığım bir yazıdan)
Bu soruya bir Anadolu deyişiyle cevap verirsek ‘bana yol değil yoldaş gerek’. Bu deyiş, modern hayata uyar mı, uymaz mı diye düşünmeye başladığımızda, hayatımız ‘sonuç odaklı mı olsun, süreç odaklı mı’ tartışmasına çekilmemek çok zor.
Çoğumuz yola çıkarken, yanımızdaki yoldaşımızın kim olduğunu esas alsak da, bu yolun sonunda nereye gittiğimizi bilmeye ihtiyaç duymaktayız. Hayatın temel güdülerinden birisi yaşadıklarımızı anlamlandırmaya çalışmak olarak tanımlanır. Ancak bu anlamlandırma, olan bitene sonradan bir amaç yakıştırma ve giderek bu amacı benimseme şeklinde gerçekleşebilir. Siyasi görüşü bile yakınlıkların getirdiği tesadüfler sonucunda seçmiş, sonrasında da en içten ve gönülden savunucusu olmuşsuzdur.
Temel güdülerden diğer ikisinin ‘öne geçmek’ ve ‘yakınlıklar’ olduğu konusunda yaygın görüş birliğine uyarsak, amacımızı ya bizi ‘öne geçiren’ (statü kazandıran) ya da ilişkilerimizi geliştiren yollara göre belirleyebiliriz. Soruyu yanıtlarken, yol diyenler genellikle statülerini yükseltici, yoldaş diyenler ise ilişkilerini önde tutucu sayılırlar.
Ortak ve iyi tanımlanmış bir amacı olmayan yoldaşların bir süre sonra yoldan çıktığını ve işbirliğinin bittiğini gösteren bir çalışmayı PLOS ONE dergisinde yayımlayan Aarhus Üniversitesi’nden Panos Mitkidis şöyle özetliyor: “Bir takımın üyesi olarak sizden tam olarak ne beklendiğini bildiğinizde, başkalarına daha çok güveniyor, daha fazla işbirliği yapıyorsunuz.”
Parçası olduğumuz projelerin neye hizmet ettiğini bilmek önemli; hiç birimiz nereye gittiği bizimle paylaşılmayan süreçlerin basit bir uygulayıcısı, makinenin vidası olmak istemiyoruz. Amacı bilmek, süreçte yer alışımızı bir sürüklenme olmaktan çıkartıyor. Yaptıklarımıza ve yaşadıklarımıza bir anlam kazandırıyor.