Bir bavul dolusu bale pabucu

Sunay AKIN Köşe Yazısı
21 Ağustos 2013 Çarşamba

Lotus çiçeği şeklindeki platform saraya getirildiğinde, Güney Tang İmparatoru Li Yu, dans etmesi için gönlünü kaptırdığı cariyeyi çağırır. ‘Tatlı Bakire’ adındaki ince belli ve küçük ayaklı genç kızı dans ederken seyretmek, Li Yu’nun en mutlu dakikalarıdır. İmparator öylesine aşıktır ki genç kıza, üstüne çıkıp dans ettiği lotus çiçeği şeklindeki platformu saf altından yaptırmıştır.

Li Yu, dansa başlamadan önce, hilale benzemesi için ayaklarını ipek bir bezle sıkıca sarmasını ister genç kızdan. Çin İmparatoru öylesine beğenir ki dansı, Tatlı Bakire’ye benzemeleri için ülkedeki tüm soylu kadınların ayaklarını sarmalarını emreder. Böylelikle soylu kadınlar, imparatorunun gönlünü kaptırdığı Tatlı Bakire’ninki gibi adımları küçük ve zarif olsun diye evde gün boyu ayakları sarılı geziyor, bu durumda rahat yürüyemedikleri için de sokaklarda tahtırevanla taşınıyorlardı. Zamanla, yürüyemeyen kadın, erkeğin zenginliğinin göstergesine dönüşür.

Bir dans pistinden doğan Çin’deki ayak bağlama geleneğinden bir buz dağına binerek, bale pabuçlarına doğru yola çıkalım. Neden mi, bir buz dağı? Bu sorunun yanıtı Sunay Akın’ın şu dizeleridir:

Giderken bir buz dağı gibiydin

sıcak sulara doğru yüzen

ve doruğunda bir çift

bale pabucunun

asıldığını söylüyordu

eteklerindeki telaşlı penguen     

 

Şiirimizde bale pabucunun izine rastlayacağınız yegâne dizeler yukarıda okuduğunuzdur, dersek abartmış oluruz, haklısınız… Ama, bale pabucunun geçtiği ender şiirlerden birini okuduğunuzu rahatlıkla söyleyebilirim. Bunun nedeni, bale sanatının ülkemize Cumhuriyet dönemiyle gelmesidir. Kanuni Sultan Süleyman’ın tahtta olduğu 1524’de, İtalyanların İstanbul’da düzenlediği bir bale gösterisinde aralarında Türklerin de olduğu üç yüz kişinin dans etmesi, 1828’de İstanbul’a davet edilen Donizetti’nin saraya Batı müziğinin yanı sıra opera ve baleyi de getirtmesi gibi atılan ilk adımları biliyoruz ama, kurumsal olarak bale sanatının varlığından 1923 yılından sonra söz edebiliriz.  Bale pabuçlarının bu sanatta kullanımı da çok eski değildir… 19. yüzyıl sanatçılarından Maria Taglioni’nin “point” denilen bez bale pabuçlarını ilk kullanan olduğu bilinir.

Ülkemiz havacılık tarihinde önemli bir yere sahip olan İstanbul’un Yeşilköy semti, bale sanatı konusunda da öncüdür. İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, İngiliz Kraliyet Balesi’nin kurucusu Dame Ninette de Valois, Türk balesini kurmak için çağrılır. Hiçbir maddi karşılık talep etmeden gelen Valois, havaalanı yakınında bulunan ve ilk bale okulu olarak ayrılan ‘Pansiyonlu İlkokul’ binasında 6 Ocak 1948’de eğitime başlar. Yeşilköy Bale Okulu’nun ilk öğrencilerinden Gülen Almışlar, şöyle anımsıyor o günleri: “Bizi bir gün Moria Sheaner’in oynadığı ‘Kırmızı Pabuçlar’ Şlmine götürdüler; baleyi biz o zaman gördük. Önümüzde hiç örnek yoktu. O zaman balenin ne olduğunu anladık. Ve tabii kırmızı pabuç istedik bale hocasından. O bir çift kırmızı point pabuç! İşte böyle başladı.”    

Tüm zerafeti ve estetiğiyle bale pabuçları ressamların da ilgisini çekmiştir ki, bunların başında Degas gelmektedir. Sanatçı, resimlerini yapabilmek için balerinlerin provalarını seyrettiği gibi, stüdyosunda modellere balerin kostümler giydirerek de çalışmıştır. Ressam arkadaşı Georges Jeannoit, Degas ile ilgili bir anısını şöyle anlatır: “Balerinlerin ayak bileklerini ipek şeritlerle dimdik tutan özel yapım ayakkabıları anlatıyordu. Aniden bir kalem aldı ve elimdeki kağıdın kenarına birkaç çizgi ile modelin ayak şeklini çizdi. Sonra parmağıyla birkaç gölge ve yarım renk tonu ekledi; karşımda mükemmel bir şekilde biçimlendirilmiş, ağır ve kendine has tarzıyla sıradanlıktan kurtulmuş formu ile canlı bir ayak vardı.”

Degas için heykel sanatı, körlerin yapması gereken bir uğraştır. Ne gariptir ki, sanatçı yaşamının son döneminde görme yeteneğini yitirecek ve “kör sanatı” dediği heykele yönelecektir! 1878’de, kırmızı balmumuyla yaptığı balerin heykelinde Degas, gerçek bale kıyafeti ve bale pabucu kullanmıştır. 

Küçük Ahmet, annesinin üstünün başının kirli, ayakkabılarının çamurlu olduğu, okula böyle gidilemeyeceği uyarıların aldırmadan evden çıkar. İlkokul binasından içeri girdiğinde, sınıfına giderek arkadaşlarıyla birlikte öğretmenin derse girmesini bekler. Sınıfa giren öğretmen, öğrenciler ayaktayken Ahmet’e seslenir: “Ahmet, çabuk eve git ve üstünü başını düzeltip öyle gel!”

Ahmet, çaresiz evin yolunu tutar… Öğretmen, Ahmet’in annesidir!

Öyküdeki çocuğu siz, Ahmet Taner Kışlalı olarak tanıyacaksınız…

Kışlalı, Kültür Bakanı olduğu yıllarda, birlikte büyüdüğü ve en yakın arkadaşı olan kuzeni Hıncal Uluç’tan, Rusya’ya gitmeden önce büyük bir bavul ister… Uluç, en büyük bavulunu verir seve seve…

Ahmet Taner Kışlalı, bir Kültür bakanı olarak o bavula, ülkesinde zor bulunan bale pabuçlarını dolduracak ve bizzat kendi taşıyacaktır…

Bir Kültür Bakanı’nın kollarında, ülkesindeki sanatçılar için taşıdığı bir bavul dolusu bale pabucunun ağırlığı!                             

Kışlalı, soğuk bir kış sabahı, eşi ve çocuğu üşümesin diye arabayı ısıtmak için önden çıkacak ve patlayan bombayla can verecektir…