“Olduğu gibi olan, çok kutsaldır bence.” Böyle yazmıştı Leylâ Erbil, bir mektubunda. Sahicilik, içtenlik, doğu toplumlarına özgü ‘başkasıiçinvarlık’ olma durumundan sıyrılmışlık... çok kutsal.
Öyledir Enver Aysever, olduğu gibi. İşaret parmağını sallayarak, kendi sesinin-sözünün büyüsüne kapılmışçasına, koşar adım, kesin cümleler kurar bazen. Azıcık üsteleseniz anlarsınız; birkaç saniye sonra yüzünde beliriverecek incecik gülümseme, bazen her yeri çınlatacak kahkaha, oracıkta beklemektedir. ‘Nasıl Yazar Olunur?’ ve ‘Edebiyat Ölmelidir!’ kitap adlarını seçtiğini gördüğünüzde, onu tanımıyorsanız, “Nasıl yazar olunacağını sana mı soracağız?”, “Ölen ölsün kalan sağlar bizimdir” gibi yanıtlar verebilirsiniz. Olsun. Onunla konuşmaya başlamışsınızdır işte, dikkatinizi yöneltmişsinizdir ona. Gerçekten konuşur, dinlerseniz ne kadar muzip, ince ruhlu, kırılgan olduğunu da görmeniz uzun sürmeyecektir. Hergele eda ile bütünleşen kıvrak zekâ ona böyle yakışmazdı, tam da işaret parmağını sallamaya başladığında çatlayıveren sesi, alamet-i farikası olmuş gözlüklerinin ardında gülümserken ansızın kederlenen bakışları olmasa...
Bir gün, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi bahçesinin en kuytu köşesinde oturmuş konuşuyorduk ki, gencecik bir kız geldi yanımıza. Mahcup, çekingen, “Enver abi!” diyerek, solcu arkadaşlarının tutuklandığından söz etti, yol yordam göstermesini istedi. Tam gidecekken de, “Fazıl Say’a hayranım ama konserlerinden geç haberim oluyor, biletlerini almaya yetişemiyorum. İstanbul’da en yakın konseri ne zaman?” diye sordu. Beş dakika sonra, yakın zamandaki Fazıl Say konserine en ön sıradan iki bilet armağan edilecekti ona...“Edebiyat Ölmelidir!” evet, aslolan hayattır çünkü! Masa başında dünyanın sayılı yeteneklerinden biri olup da hayatta ikmale kalacağına, genç bir insana bir dünya sunabilmektir aslolan. Asi, huysuz, meraklı yürümek, yürümek, yürümektir. Öyle yürüyenin, kelimeleri de yürüyecektir sayfalardan kalplere. ‘Nasıl Yazar Olunur?’ İşte böyle, önce insan olarak!
Başka bir an: Enver hararetle konuşmakta, çaylar geliyor, masada konuklarımız da var. Garsonun elindeki tepside gazozu görüyorum, canım çekiyor, o anda sesleniyor Enver: “Bize bir gazoz, iki de bardak, Onur’la beraber içeceğiz.” Bu düzeyde duyarlılığı sadece şairlere mahsus bilirim; şaşırıyor, duygulanıyorum. Gazoz geliyor, yanında iki bardak. Onunkine bir parmakçık fazla olmak üzere, pay ediyorum. Hararetle konuşup anlatmakta, neredeyse sırtı dönük bana, kaptırmış gidiyor. Belki, “Amma konuştun yahu, şurada mahalle maçlarından sonra içtiğimiz zamanki tadı arayacağız gazozda!” diyorumdur içimden, evet evet, mutlaka diyorumdur. Tam bardağıma uzanacağım, ikisini birden alıyor, o bir parmak fazlayı benimkine döküyor, kaldığı yerden devam ediyor konuşmaya... Sımsıkı kucaklaşıp susmak isterim bazen, yapamam... O anlardan biri.
“Enver Aysever kitaplarını okuyun” demek için mi yazdım tüm bunları? Ne münasebet! “Enver Aysever Okunmamalıdır!” demek için yazdım. Ona azıcık takılmak istiyormuş gibi konuşan iç sesimle, “Kim bilir yine ne akıllar verecek?” diyerek okumaya başlayıp cümlelerinin altlarını çiziyor, notlar alıyor, sorular soruyor, ruhuma kardeş bulmanın kederli sevinciyle doluyorsam, kalbime dokunuyorsa onu okumak, zinhar okunmamalıdır.