Roş Aşana’da, tüm kötü anıları, acıları geride bırakarak 5774’ü barış, sağlık, mutluluk dolu bir yıl olması dilekleriyle karşılıyoruz. Şofar’ın sesinin susturulamaması Yahudiliğin sürdürülmesinde en önemli etkenlerden biridir. Günümüzde benzer bir sebat, çevremizdeki kültürel değerlerin korunması yönünde de gösterilebilseydi.
Eski dönemlerde ‘Şofar’ bir yangın, salgın hastalık veya saldırı haberini iletmek için çalınırdı. Babil sürgününden sonra, Babil kralı, bir ayaklanma çağrısı olabileceği endişesi ile Şofar’ı yasakladı.
Onuncu yüzyılda Saadia Gaon, Roş Aşana’da Şofar çalınmasının pek çok nedeni bulunduğunu açıklar. Roş Aşana yargı anıdır, herkesin kendini yargılaması gerektiği ‘Teşuva’ (pişmanlık) anıdır. Şofar’ın sesi vicdanımıza, iç dünyamıza yönelik bir çağrı, bir ‘alarm’dır. Yom Kipur’un sonunda çalınan Şofar ise Roş Aşana’dan farklı olarak bir çağrı değil bir hatırlatmadır. Orucun sonunda, kutsal duyguların doruğa eriştiği aşamada Tanrı’nın Tek’liği ve Hükümranlığı hatırlatılır. O anda ne oruç, ne Teşuva, ne de Kipur söz konusudur, sadece geçmiş yıllarda da kutsal topraklarda Şofar sesinin yankılandığı anımsanır.
Manda yönetimi döneminde İngilizler, Filistin’de Arap milliyetçi akımların tepkisini uyandırmamak için Ağlama Duvarı önünde, duaya ayrılan küçük alanda, Yahudilerin Şofar çalmalarını yasakladılar. Ancak her yıl askerlerin sıkı denetim ve aramalarına karşın Kipur günü gizlice getirilen bir Şofar, Ağlama Duvarı önünde çalınırdı.
1930 yılında Şofar’ı ile yakalanan Rav Moşe Tsvi Segal hapse atıldı. Ancak Baş Haham Rav Avraham İtzhak, serbest bırakılmasına kadar oruca devam edeceğini İngiliz makamlarına bildirince Rav Segal salıverildi. Babil Sürgünü’nden İngiliz Manda Yönetimi’ne iki bin yıl boyunca Şofar’ın sesinin susturulamaması Yahudiliğin sürdürülmesinde en önemli etkenlerden biri olmuştur.
Şana Tova ve Hatima Tova dileklerinde bulunurken ülkemizde kültürel değerlerin erozyona uğramasından duyduğum endişeyi de dile getirmek istedim.
Kültürel dönüşüm
Geçen hafta yolum Beyoğlu’na düştü. Galatasaray-Tünel arası yine yoğun… Ancak görüntü eskisinden oldukça farklı… Peşi sıra açılan zincirler ve tek tek kapanan butik kitapçılar.
‘Robinson Crusoe 389’dan sonra Beyoğlu’nun en eski kitapçılarından ‘Pandora’ dâhil dört kitapçının yer aldığı tarihi bina da otel olacak.
Geçen hafta Genel Yayın Yönetmeni İvo Molinas’ın “Kitabevimi geri istiyorum!” haykırışına katılmamak mümkün değil. Ancak tüm çabalar nafile. Emek Sineması’nda olduğu gibi bu gidişatın önü alınamayacak gibi görünüyor.
Doğduğumdan beri her yıl gittiğim Büyükada’dan da elimi ayağımı çektim. Nadiren hafta sonlarını geçiriyorum. Motor iskelesinin önündeki o yeniden düzenlenerek tek bir yeşil alanın bırakılmadığı soğuk meydan ve çevresindeki betonlaşma… Tanıdık manav, bakkal ve esnafın yerini dönerci, börekçi ve büyük zincirlerin aldığı o çarşının durumu yürekler acısı.
Her yıl Bodrum’a gidenlerden değilim. Dostlarım bir ağızdan “Yalıkavak’taki marinayı gör” diye önerdiler. Gerçekten Azeri kökenli Mübariz Mansimov’un 120 milyon dolar yatırım yaparak gerçekleştirdiği marina, otelleri, güzide butik ve lokantaları, çok milyon Euro’luk tekneleri ile görülmesi zorunlu bir mekân. Ama beğendin mi derseniz Bodrum’a hiç yakışmamış. Zaten Ramazan Bayramı’nda bir milyon kişinin giriş-çıkış yaptığı bu belde denizi olmasa artık trafik karmaşası ile İstanbul’u pek aratmıyor.
Bu yaz katıldığım en güzel gezi oldukça medyatik ve o derece de cana yakın ünlü Saffet Emre Tonguç’un rehberliğinde dünyanın incisi Boğaz’da gemi sefasıydı. İki yakasında toplam 600 yalıdan sadece dördünün el değiştirmediği bilgisi oldukça ilginç geldi. Boğaz gezisine katılan Amerikalı turistlerin Avrupa’dan Asya’ya geçerken “Pasaport gerekir mi?” türünden soruları da…
Boğaz’ın çevresindeki yeşil alanlar ve eski muhteşem köşklerin birçoğu ne yazık ki sadece hatırlarda kaldı. Yine de şimdiye dek yapmadıysanız bu geziyi hararetle öneririm. Boğaz gezisinde, kentin ruh halini sulara yansıttığına tanık olacaksınız.
Kentsel dönüşüm çağdaş çehresi ile işte böyle pek çok kültürel değerleri de yok ediyor. Umudum Türkiye Yahudi Cemaati’nin bu akıma kendini kaptırmamasıdır. Örneğin eski Zülfaris Sinagogu’nun şık bir lokantaya dönüştüğünü görmeyi hiç istemezdim.